©artlasovsky @Unsplash

Hz. Aişe (r.a)’nın 9 Yaşında Evlenmesi ile İlgili Hadis ve Tarihsel Eleştirel Yöntem Üzerine

0 Paylaşım
0
0
0

Oxford Üniversitesi’nde doktora tezini yazmakta olan Joshua Little’ın tezi için halihazırda yürüttüğü araştırmalar neticesinde yaptığı bir çıkarım, Javad T. Hashmi tarafından New Lines Magazine dergisinde sansasyonel bir başlık1 ve içerikle birlikte yayınlanmasının ardından Türkiye’de gündeme oturdu. Dergide yer alan aktarıma göre çıkarım, Hz. Peygamber’in (sav) Hz. Aişe (ra) ile o 9 yaşında iken evlendiğine ilişkin Buhari’de geçmekte olan hadisin kaynağının Hişham bin Ürve tarafından politik ve mezhepsel nedenlerle ‘‘uydurulduğunu’’ iddia ediyor.

Kendisi de Harvard Üniversitesi’nde din çalışmaları alanında doktora adayı olan makale yazarı Hashmi, Little’ın bu sonuca nasıl çıktığını anlatırken ise, tarih çalışmalarında son yıllarda oldukça popülerlik kazanmış olan tarihsel eleştiri yöntemini (historical-critical method) benimsediğini hususen belirterek çıkarımın ‘‘bilimselliği’’ üzerine üstü kapalı bir vurguda bulunuyor. Aslına bakıldığında bu yöntem, tarihte yeni bir bakış açısı olmadığı gibi ortaya attığı iddia (makaleye göre ‘‘İslam tarihi anlayışımızı değiştirebilecek sonuç’’) da bu anlamda şaşırtıcı değil. Esasında bahsi geçen yaklaşım, yaklaşık üç yüz yıl önce İncil metinlerinin gerçekliğini tarihsel olarak masaya yatırmak amacıyla geliştirilen, daha sonra Kuran da dahil olmak üzere birçok metnin zaman, yer ve kültürel bağlamı içinde değerlendirilmesi gerektiğini salık veren tarihsel bir yöntemdir. Tarihsel bağlamın, metinlerin ‘‘oluşturulmasında’’ önemli bir etken olduğunu savunan bu yaklaşıma göre, metnin gerçekliğinin ancak onu kendi zamanı içerisinde meydana getiren tüm unsurların birlikte incelenmesiyle ortaya konulabileceği ileri sürülmektedir.

Bu ana yönteme bağlı kalarak, Little’ın, Hz. Peygamber (sav) ve Hz. Aişe’nin (ra) evliliği ile ilgili rivayetinin çeşitli versiyonlarını analiz ettiğini söyleyen Hashmi; bu analizlerden sonra hadisin, Medine’den 1000 mil uzakta olan Irak’ta ve yaklaşık 1 buçuk yüzyıl sonra kayda geçirilmiş olmasından dolayı, M.S. 754 ile 765 yılları arasında Irak’a yerleştikten sonra Hişam bin Ürve adlı bir ravi tarafından uydurulduğu sonucuna vardığını söyler. Bu temel iddianın yanında, hadisi nakleden Hişam bin Ürve’nin ‘‘geleneksel kriterlere göre güvenilir olmadığının kabul edildiğini’’ söyleyerek kendisine yaşlılık ve tedlis2 isnad edilmiş olduğunu ve bu sebeple naklettiği hadisin güvenilir olamayacağı tezinin böylece desteklendiğini ifade eder.

Hashmi’nin bu aktarımlarına istinaden Little, aslında iddia ettiği bu dayanak noktalarına göre hadisin uydurma olduğuna dair hiçbir karşı argüman sunamamaktadır. Çünkü buradaki asıl sorun, tarihsel eleştiri metodunun sınırlı kalıplar çerçevesinde değerlendirilmesiyle başlıyor. Zira bu tarihsel eleştiri yönteminin temel dinamiklerinden biri olan ‘‘benzerlik prensibi’’ (principle of analogy), tarihi olgu ve durumların hep benzer sebepler ve sonuçlar çerçevesinde gerçekleştiği ve insanların benzer durumlara hep benzer tepkiler verdiği ön kabulüne dayanıyor. Yönteme göre, böylece incelenen tarihi durum ve olaylar daha kolay anlaşılır ve yorumlanabilir hale gelebiliyor. Ancak insan benzer durumlara hep benzer tepkiler verecek kadar, tarih de benzer durumların her zaman ortaya çıktığı iddia edilebilecek kadar sathi ve tekdüze değil.

Bu anlamda, en basit haliyle zaman-yer-bağlam üçlüsü temelinde tarihi metinleri sorgulamaya yönelik bu yöntem, yazı ile sözlü rivayet arasındaki tüm boşluklar için aslında tek bir formül üzerinden uygulanıyor. Eğer yazılı ve sözlü rivayet arasında bir zaman boşluğu varsa söz konusu tarihi olgu veya durum hangi bağlamda veya mekanda gerçekleşmiş olursa olsun, sonuç hep bu boşluğun sözlü ve yazılı rivayet arasındaki bağı kopardığı yönünde karşımıza çıkıyor. Yani bu formüle göre, eğer sözlü bir rivayet söylendikten hemen sonra veya söylenme sırasında yazıya geçirilmediyse, yalnızca aradaki zaman boşluğunun beraberinde getirebileceği ekleme, çıkarma, değiştirme gibi muhtemel dinamiklerden ötürü bu rivayetin doğru olmadığı mutlak sonucunu kabul etmek durumundayız.

Bir başka şekilde ifade edecek olursak bu formül, örneğin; zaman, mekan ve bağlam dinamiklerini sırasıyla gösterdiğini varsaydığımız p, q ve n önermeleri ve r sonucu üzerinden kuruluyor olsa, sözlü rivayet ile yazılı metin arasında zaman farkı oluştuğu her tarihi durum veya olgu için (p önermesi), benzerlik prensibi çerçevesinde, q ve n önermeleri ne olursa olsun, sonuç hep r (sözlü rivayetin doğru olamayacağı sonucu) ile sonuçlanıyor. Bu bağlamda, birbirinden farklı zaman, mekan veya bağlamda gerçekleşen herhangi bir tarihi olay veya olgunun sözlü kaynaklarının yazıya aktarımı belli bir süre sonra gerçekleşmişse, bu tarihi olay veya olgu zaman, mekan veya bağlamsal başka dinamikler göz önüne alınmadan mutlaka şüphe ile karşılanmalı. Tabi hal böyle olunca eleştirel yaklaşım cazibesiyle formülün üzerinde uygulandığı her tarihi olgu veya olay, bilimsel bir sorgulama yanılgısıyla hep ‘‘temelsiz’’ çıkıyor. Örneğin, akademik metinler içerisindeki bu eleştirel diskurda sıklıkla karşılaştığımız “kendisinden en az şu kadar yıl sonra kaleme alındığı için…”  (p) ifadesiyle başlayan her cümle bir önceki sözlü geleneğin aradaki zaman içerisinde kesinlikle yazıya olduğu gibi aktarılamayacağı (yazıya aktarılma imkanının temelsiz olduğu) sonucuyla neticelendiriliyor (r); yani p ise r. Formülün sonuç olarak sunduğu bu mutlaklığın dışında, elbette bazı sözlü kaynakların tarihi ile yazıya aktarım tarihi arasında geçen süre bu kaynakların doğruluğunu sorgulamamız adına bir soru işareti verebilir. Ancak bu, zaman farkının oluştuğu her durum için mutlaka kaynakların yanlışlığını kabul etmemiz anlamına gelemez.

Tarihsellik çerçevesinde Hz. Peygamber’in sözlü geleneği söz konusu olduğunda ise, özellikle bu geleneği koruma maksadıyla, üzerinde ilmu’l-hadis (science of hadith) ismiyle detaylı bir sistem geliştirilen bir kayıt metodolojisi mevzu bahis ise, elbette, yazıya aktarımında aradan belli bir süre geçmiş olsa dahi bu sözlü geleneğin doğruluğundan şüphe edilmesi gereken metodolojik bir geçerlilik yoktur. Zira insan üretimi olan sözlerin korunması veya değişkenlik göstermesi bizatihi kendiliğinden değil, dışarıda ana etken olarak mevcut bulunan insanın ona uyguladığı muameleye göre belirlenir ve bu muamele, etrafındaki birçok başka değişkenle birlikte değerlendirilmelidir. Dolayısıyla başka hiçbir dinamiğin muhtemel etkisine izin vermeyen bu sınırlı ve keskin yaklaşım, sözlü rivayet ile yazılı aktarım arasında geçen sürenin söz konusu olduğu hiçbir tarihsel olgu veya durum adına doğru ‘‘bilimsel’’ sonuçlar vermeyecektir.

Makalenin devamında, -kendisinin de bu yöntemin doğruluğuna olan koşulsuz inancından olacak ki- yöntemin barındırdığı tüm bu kısırlığı ve açıkça ilmu’l-hadis gibi bir alternatifi görmezden gelen Hashmi, ‘‘Muhammed’e (ve onun hakkında) atfedilen geniş ve şekilsiz rivayetler koleksiyonu’’ şeklinde tanımladığı hadislerin ‘‘tarihsel-eleştirel bilim adamlarının sert eleştirileriyle karşı karşıya kaldığını’’ iddia etmekten çekinmez. Hatta Little’ın bu meseleye dair ‘‘müdahalesinin’’, ‘‘Batılı bilimsel uzlaşıyı (fikir birliğini)’’ pekiştirdiğini ve bu uzlaşının hadislere şüpheyle yaklaşanların yanında yer aldığını iddia eder.

Bu iddialardan sonra bu fikir birliğine karşı, en kayda değer muhalifin Müslüman akademisyen Jonathan Brown olduğunu söyleyen yazar, Brown’ın, tarihsel-eleştirel yöntemini en temelde Batılı bir yapı ve Müslümanlara kültürel bir dayatma olarak gördüğünü söyler ve Brown’ın bu sebeple bu yöntemin geçerliliğini sorguladığını ancak yine de onun bu ‘‘aşılması zor’’ eleştirisiyle hemfikir olunup olunmadığına bakılmaksızın asıl meselenin, tarihsel-eleştirel yöntemi uygulayan bilim adamlarının hadislerin reddine dair sahip olduğu fikir birliğinde yattığını iddia eder. Yani yazara göre Brown’ın, yönteme karşı sahip olduğu ‘‘aşılması zor’’ olan eleştirisi ile hemfikir olunup olunmadığı -tartışmalı demesine rağmen- tartışmaya bile açılmadan mesele, ‘‘şüpheci olan tarihsel-eleştirel bilim adamları’’nın hadislerin doğru kabul edilemeyeceğine dair sahip olduğu ‘‘fikir birliği’’ ile ispat edilmiş oluyor. Ancak bu fikir birliğinin, üzerinde sahici tartışmalar gerçekleştirilerek varılan bilimsel bir uzlaşıdan ziyade, ‘‘benzerlik prensibi’’ çerçevesinde, başka hiçbir dinamiğin etkisinin göz önüne alınmamasından ötürü sahip olunan bir uzlaşı olduğu yazar tarafından göz ardı edilmektedir.

Sahip olduğu ve birçok bilim adamı tarafından da içerisine hiçbir değişkenin girmesine izin verilmeyen bu tarihsel yaklaşıma makalenin sonuna doğru gittikçe daha çok bilimsel gaye yükleyen yazar, esasında aşağıda yer alan bu tehditkar söylemi ile hepimizi tarihin işlevi ve elbette ki modernist yöntemlerin reddedilemez ‘‘bilimselliği’’ üzerinde tekrar düşünmeye sevk ediyor:

‘‘Modern tarihsel-eleştirel yaklaşım ile, geleneksel İslami kaynakların üzerine, en azından bazı Müslüman bilginler ve din adamları arasında bir endişe duygusu hissedilecektir. Savaş hatları bir yanda İslami reformistler ile diğer yanda muhafazakarlar ve köktenciler arasında çiziliyor. Beğenseler de beğenmeseler de tarihsel-eleştirel yaklaşım, bu dini fikirler savaşında ya bir silah olarak ya da bir hedef olarak kullanılacaktır.’’

Dipnot[+]

0 Paylaşım