Photo by Rajab Guga – Unsplash

Türkiye’nin Denizler Politikası: Tepkisel Adımlardan Bütüncül Politikalara

0 Paylaşım
0
0
0

Türkiye’nin son yıllardaki gündeminde denizlere dair mevzular önemli ölçüde dikkat çekmeye devam ediyor. Doğu Akdeniz, Ege (Adalar) Denizi ve Kanal İstanbul projesinin de tetiklemesiyle deniz ulaşımı gibi konular iç ve dış kamuoyu tarafından yoğun şekilde tartışılmakta. Bununla birlikte “Mavi Vatan” kavramının hem devlet düzeyinde hem de farklı politik cenahlarda benimsenerek kullanımının arttığını görüyoruz. Tabii, bütün bu denizcilik gündeminin başını Doğu Akdeniz’e dair gelişmeler çekiyor. Ulusal ve uluslararası arenada konunun aktüelliği devam ederken meselenin bir kriz söylemiyle ele alınması bir yana iç kamuoyunda denizlere dair bir farkındalık oluşuyor. Artık Türkiye, yaşanan olaylara tepki vermek yerine; kendi uzun vadeli çıkarlarını birlikte düşünen bütüncül denizler politikası geliştirmeye daha yakın durmakta.  

Türkiye’de denizler çeşitli dönemlerde meydana gelen olaylarla münferit olarak gündemde kendine yer bulabiliyordu. 2. Dünya Savaşı sonunda Karadeniz-Ege-Akdeniz’deki mevcut statüko büyük oranda oluşmuş ve soğuk savaş şartlarında Türkiye’nin denizler politikası bütüncül hüviyetten yoksun şekilde gelişmişti. Bu konjonktür içinde 1974 yılında yapılan Kıbrıs Barış Harekatı ve sonrasında sürdürülen Kıbrıs politikası hususi olarak ön plana çıkmıştır. Yine Ege’de Kardak gibi ada krizleri yahut  Yunanistan’ın karasularını 12 mile çıkarma teşebbüslerine verilen sert tepkiler başarılı müdahaleler olsa da bunlar hep reaktif adımlar olarak tanımlanmış veya Türkiye-Yunanistan ikili ilişkileri içinde değerlendirilmiştir.1

Denizcilik bağlamında pro-aktif hareket eden ve kendi  uzun soluklu politikalarını güçlü diplomasiyle yürüten bir Türkiye’den bahsetmek güçtü.2 Kuzey tarafta Karadeniz’de denizden komşu ülkelerle Sovyetler zamanında kıta sahanlığı anlaşması yapılmış, sonrasında ise SSCB’nin ve Romanya’nın MEB ilan etmesiyle Türkiye de aynı şekilde ilanda bulunmuştu. Karşılıklı anlaşarak Karadeniz’deki sınırlar oluşturulsa da MEB hamlelerinin öncelikle diğer ülkelerden gelmesi burada göze çarpmaktadır.3 Daha sonra Sovyetlerin dağılmasıyla ortaya çıkan devletlerle anlaşmaların sürdürülmesi ise buradaki olası anlaşmazlıkları azaltmıştır. 

Adalar Denizi’nde ve Akdeniz’de ise soğuk savaş sonrası dönemde 2000’lerin başı itibarıyla Yunanistan ile geliştirilen ikili ilişkiler, Annan planı çerçevesinde Kıbrıs meselesine yaklaşım, AB’ye adaylık süreci gibi etkenlerle Türkiye, çıkarlarının çatıştığı aktörlere karşı tek taraflı hamleler yapmamış, aleyhinde gelişen bir durum olduğunda ise başarılı müdahalede bulunmuştur. İş birliği ve ortaklık ile meselelerin çözülebileceği, potansiyel enerji kaynakları söz konusu olduğunda sorunların herkesin çıkarına fayda sağlayacak şekilde çözülebileceği idealist bir dış politika kâğıt üstünde ön plana çıkmaktaydı. 

2003 yılında Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin (GKRY) Mısır ile Münhasır Ekonomik Bölge(MEB)4 anlaşması imzalaması5, adanın tek temsilcisiymiş gibi davranması ve akabinde Akdeniz’de sismik araştırmalar yaptırması adımlarına Türkiye’nin tepkisi sert olmuştu. 2001 yılından itibaren Doğu Akdeniz havzasının doğal kaynaklara ev sahipliği yaptığı haberleri Rum ve Yunan medyasında yer almaya başlamış, GKRY’nin AB’ye alınması ile beraber de ikili anlaşmalar ve sahadaki adımlarla doğal kaynaklar Türkiye ile KKTC aleyhine sahiplenilmeye başlanmıştı.6 Yine GKRY ile İsrail MEB anlaşması yapmış, Lübnan ile yapılan anlaşma da nihayetinde Türkiye’nin araya girmesi sonucu Lübnan meclisinde onaylanmamıştır.7 Mısır, İsrail, GKRY anlaşmaları arasında kalan bölgelerde yapılan araştırmalarla ciddi miktarda gaz kaynağı keşfedilmiş ve Akdeniz’deki doğal kaynaklara dair beklentilerin yersiz olmadığı daha net ortaya çıkmıştır.

Türkiye ile KKTC arasındaki MEB anlaşması ise ancak 2011 yılında GKRY’nin tartışmalı deniz bölgelerinde sondaj çalışmaları yaptıracağını açıklamasının ardından yapılabilmiştir. Bu anlaşma öncesi Türkiye de KKTC de Rumlara kınama mesajları yayımlamıştır. Bu anlaşma ile Türkiye, kendisi ile KKTC’nin hak sahibi olduğu alanlarda keşif ve sondaj işlemleri yapabilecekti. Bu şekilde günümüzdeki Doğu Akdeniz politikasının önemli bir eşiği olan KKTC haklarını muhafaza ederek GKRY’nin adanın tek temsilcisi gibi davranmasının önüne geçmek belirginleşiyordu. Türkiye’nin Mısır ve İsrail ile diplomatik ilişkilerinin kötü olmasının da etkisiyle GKRY gibi Yunanistan da bu ülkelerle Akdeniz üzerinden iş birliğini geliştirecek adımlar atmaktaydı. 

Özetlenmesi çok mümkün olmayan; ama kısaca Türkiye’nin yalnızlaştığı, enerji denkleminden çıkarılmaya çalışıldığı ve en önemlisi hak sahibi olduğu alanlarda egemenliğinin tehdit edilmeye başlandığı bir manzarada Libya hamlesi Türkiye’nin yine reaktif davranışlarından biri olarak görülebilir. Ancak Türkiye, Libya’daki çatışmaya müttefik üzerinden müdahil olup KKTC’den sonra ikinci MEB anlaşmasını meşru Libya hükümeti ile yaparak Akdeniz politikasındaki ikinci eşiğe ulaştı. Şu anki mevcut sınırlar gibi olmasa da Türkiye 1974 yılında şimdiki kıta sahanlığı civarındaki alanlarda doğal kaynak arama ruhsatı açıklamıştı;8 fakat bu adımların sahada karşılığı olması için MEB bölgesi içinde egemen olduğunuzu deklare eden faaliyetler icra etmek gerekmekteydi. Nitekim Türkiye, yeni denizler politikasını destekleyecek sismik araştırma ve sondaj gemileri temini ile birlikte bu adımları da atabilecekti. 

Bunlardan Oruç Reis sismik araştırma gemisi 2020 yılı boyunca Doğu Akdeniz’de Yunanistan’ın hak iddia ettiği alanların büyük çoğunluğunu tarayarak meseleyi kâğıt üstündeki iddialardan faal duruma geçirdi. Karasularının ötesinde kıta sahanlığı ve MEB içinde tatbikat, atış eğitimi, gemi geçişleri gibi durumlar başka devletlere de açık olduğu için buralarda atış talimi veya tatbikat yapmak sismik araştırma veya sondaj gibi sahiplenici bir rol oynamamaktadır. Türkiye, sismik araştırma faaliyetleri yaparak net bir şekilde Kızılhisar (Meis) güneyinin kendi kıta sahanlığında olduğunu fiilen ifade ediyordu. Böylece Kıbrıs meselesinin yanında Doğu Akdeniz’deki hakların müdafaasını esas alarak talepleri net bir deniz politikası Akdeniz bağlamında yükselmeye başladı.  

Türkiye, tüm bu süreçler yaşanırken “Mavi Vatan” kavramı ve doktrini ile daha yakından tanışmaktaydı. Emekli Amiral Cem Gürdeniz tarafından İlk defa 2006 yılında ortaya atılan kavram, deniz kuvvetleri ve konuya ilgi duyanlar arasında bilinse bile kamuoyunun konuya dair bilgisi pek yoktu. Libya anlaşmasının mimarı olarak bilinen müstafi amiral Cihat Yaycı’nın çabaları da mevzunun popülerleşmesinde önemli katkı sundu.  Bir süre sonra devlet katında üst düzey sahiplenilerek deniz politikalarını kapsayacak bir ifadeye dönüştü. 

Bu şekilde çok popülerleşmiş ve siyasilerin dilinden inmeyen kavramlar hamasi görülerek eleştirilere maruz kalabilir. Özellikle daha epik içeriklere sahip, maksimalist ve hayalperest bir çerçeve içinde düşünülerek gerçekçilikten uzak diye küçümsenebilir yahut kavramı/doktrini ortaya atan ve savunan kişilerin dünya görüşleri esas alınarak politik açıdan yorumlanabilir. Ancak ülkenin geniş bir deniz vizyonundan uzun yıllardır mahrum olduğu ve sınırlarının büyük çoğunluğunun denizlerden oluşmasına rağmen bütüncül bir politika geliştiremediği düşünüldüğünde “Mavi Vatan” söyleminin getirdikleri göz ardı edilmemelidir. Ayrıca “Mavi Vatan” sınırları ile belirtilen haritalarda herhangi bir maksimalist iddia belirtilmeyip Türkiye’nin karasularının ötesinde kıta sahanlığı ve MEB alanı ifade ediliyor. Bu alanlar, Karadeniz’de pek bir sorun yaşamadan zaten çok önceden oluşturulmuş durumdaydı. Akdeniz’de ise buraya ana kara sınırı bile olmayan Yunanistan ile Kıbrıs adasının tek temsilcisi gibi hareket eden GKRY haricinde ihtilaf yaşanabilecek bir Akdeniz ülkesi yok. 

Ege’de ise sadece kıta sahanlığı değil; karasuları, adaların silahlandırılması, adaların statüsü ve henüz resmi olarak sahiplenilmemiş adalar gibi pek çok sorun olduğu için apayrı, uzun bir soluklu gündemle ele almakta fayda var; ama şu aşamada Doğu Akdeniz odağını kaybetmeden Ege-Adalar konusuna dair yeni yaklaşımların tartışılmasına ihtiyaç olduğu aşikâr. “Mavi Vatan” söylemi, konuyu ortaya atanlardan bağımsız bir şekilde ve onları aşarak kamuoyunun sahiplenmeye başladığı bir yerde dururken altını dolduracak daha sağlam politikaları konuşmak ve artık uzun soluklu deniz politikalarını belirlemek gerekiyor. Son olarak bütüncül bir denizler politikasına hizmet etmesi vesilesi ile “Mavi Vatan”ın harcanmaması gerekirken kamu diplomasisi ile ilgili meramın daha iyi anlaşılması sağlanmalıdır. 

Dipnot[+]

0 Paylaşım