Kıyısından Denizcilik

0 Paylaşım
0
0
0
1. Başlarken

Denizin kıyısını paylaştığı şehirlere bahşettiği ortak bir hayatı yudumlama şekli olduğu düşünülür. Öyle ki, denizli şehirlerde insanların yemesi, içmesi, eğlenmesi, günün akışına teslim olma şekilleri birbiriyle büyük ölçüde ortaklık gösteriyor gibidir. Oysa ayrıntılara gözünüz takıldığında, her denizin sahil insanlarına birbiriyle çok da benzemez hediyeler getirdiğini fark etmek yorucu bir çaba gerektirmeyecektir. Beyaz yakalı hayallerini süsleyen o şirin Ege kasabalarının, o masaları beyaz kareli mavi örtülere bürünmüş şehirlerin denizle kurdukları ilişki biçimleriyle; denizin görece daha ketum bir tavır takındığı, her gelene bağrını kolayına açmadığı Karadeniz beldelerindeki insanların denizle münasebetleri birbirinden epeyce farklıdır. 

Bir kere, Karadeniz kıyısında öyle ince kumdan plajlara rastlamak pek mümkün olmadığı gibi denizin cinsi de güneşin huyu da suya girme heveslilerinin arzularını tatmin edecek durumda değildir. Böyle olunca, yüzme faaliyetinin merkezini oluşturduğu kocaman bir “denizle kurulabilecek muhtemel ilişkiler kümesi” Karadeniz insanında öyle esaslı bir yer oluşturmayı başaramamıştır. Sahil meyhanelerinin, plajların, güneşlenme seanslarının, yaz turistlerinin, mevsimi gelince göç eden garson ve komi adaylarının pek görülmediği bu sahil şeridinde, elinizde denizin de dâhil olduğu sınırlı faaliyet imkânları kalmıştır. Bu faaliyetlerden tespit edebildiğim iki tanesini vurgulamak üzere buradayım. Birincisi denize öylece bakmak. İkincisi ise denize öylece olta atmak. “Denize öylece bir tek Karadeniz’de mi bakılıyor veya kıyı balıkçılığı bir tek orada mı var?” diyenlere peşinen söyleyeyim, bu iki faaliyet az önce zikrettiğim diğer birçok denizli etkinliğin genç, haşarı, hoyrat ve dinamik tavrı arasında hayata tutunabilecek kuvvette değil. Her sınırlılık nasıl yüzeyden derine doğru bir güzergâh imkânı tanıyorsa, denizle kurulabilecek ilişki türlerindeki sınırlılık da bu yaşları biraz geçkince iki faaliyeti derinlemesine tecrübe etmeye doğru bir aralık oluşturuyor. Peki, bu aralığın davetini kabul ettiğimizde neyle karşılaşırız?

 

2. Denize Öylece Bakarken

Karadeniz’de dağların denize paralel uzanmasının iklime etkisi ezberimizin sarsılmaz bir cephesinde konuşlanadursun, biz boylu boyunca uzanan dağlardan öylece denize bakmanın faziletlerine kulak verelim. Malumunuz, bazı denizler burasıyla orasını ayıran bir işlev görür. Boğaziçi’nden şöylece bir baktınız mı mesela, konumunuza göre karşınıza iki kıtadan biri tekabül edecektir. İnşa edilmiş, süslenmiş, süsü bozulmuş, öyle ya da böyle mamur bir karşı kıta. Maddeye geçirilmesi umulan her ne ise, artık vazifesini tamamlamış, yeterince katılaşmış ve her nasılsa o hâliyle karşınıza geçmiştir. Oysa Karadeniz gibi yerlerde, denize öylece baktınız mı, muhkem bir karşı kıyı sizi selamlamayacaktır. Yeri kesinlikle belli fakat şekli mümkün mertebe belirsiz bir ufuk çizgisi bakışlarınıza tuval olur. Bakışlarınız ufuk çizgisiyle pişer, olgunlaşır ve bu olgunlaşma sizi çizginin öteki tarafına uygun bir mevki teklif edecek yetkinliğe ulaştırıverir. Artık kendi karşınızı kendiniz inşa edebilir, kendinizi boşluğa içinizi dökecek şekilde donanmış hissedebilirsiniz. Belki de spor dünyasından siyasete, inşaat sektöründen sanat dünyasına birçok farklı ilgi sahasında görünürlüğünden zaman zaman yakınılan Karadenizliler, özgüvenlerini, onlara kendi karşılarını inşa etme imkânı tanıyan ufuk çizgisine borçludurlar. Elbette, boşluğun veya temiz bir ufuk çizgisinin varlığı bir şeyler ortaya koymanın ilk şartı sayılabilir; fakat ortaya konan şeyin mahiyetine dair konuşmak için bundan fazlasına ihtiyaç vardır.

Sınırın, denizin üzerinde konumlanan ufuk çizgisiyle belirlenmesinin bir başka özelliği daha var gibidir. Malumunuz, asırlardan beridir çoğu toplum kendi iç dayanışmasını sağlamak, varoluşlarını yüceltmek veya topluma ortak bir ülkü yüklemek adına benzer bir yönteme başvurmuştur: Sınırın dışında kalanlar hakkında olmadık korkunçlukta hikâyeler üretme, ötekini barbarlaştırma, ötesi hakkında dehşetli portreler çizme veya içeride olan biten can sıkıcı durumların mesuliyetini dışarıdakine yükleme… Öteki hakkındaki bu faaliyetlerin amacı ve işlevi bir yana, böyle bir üretimi besleyen, bu puslu manzarayı tahkim eden önemli bir faktör de berikiyle ötekini ayıran sınırın kendisi gibidir. İnsanlar, komşularıyla yaşadığı coğrafyanın ötesine dair düşünmeye başlarken, mesela sarp kayalıklarla yüklü bir dağ görüntüsüyle veya upuzun ağaçlardan oluşan sık bir ormanla karşılaştıklarında, eşik çizgisinin kendisi, ötesine dair düşünme imkânlarını belli ölçüde sınırlandırmaya başlar. Bu senaryoda ötesiyle berisini ayıran sınır, muhtemel bir dehşetli muhayyilenin dekoru oluvermiştir. Zaten böylesine bilinmezlik aşılayan bir çizginin ötesinde de tehlikeden, fenalıktan, düşmanlıktan başka ne olabilir? Oysa sınırın denizin üzerinde konumlanan ufuk çizgisiyle belirlenmesi farklıdır. Bir kere, ufuk çizgisiyle özne arasındaki mesafe uzak ve görüş alanı olabildiğine açıktır. Bu açıklık, sınırın öteki tarafına dair üretilen düşünceler konusunda daha bucaksız bir imkân sunar. Öbür yandan, ufuk çizgisinin o belli belirsiz hâli öteki tarafla bu taraf arasında bir denklik, bir benzerlik ilgisi kurar. Bu denklemde ise eşiğin kendisi bir bekçiye dönüşmemekte; aksine insanı yola devam etmeye teşvik eden bir muştucuya benzemektedir. Böyle düşününce, memleketlerinden bağlarını koparmayıp çok farklı coğrafyalarda hayat kurmayı, ayakta durmayı başarmış insanların ötekiyle temas etmede görece daha az tereddütlü oluşunun altında ‘denize öylece bakmalarının’ yatmadığını nasıl söyleyebiliriz?

 

3. Denize Öylece Olta Atarken

Dünyanın büyüsünün, esprisinin veya sürprizinin kaçtığı yorumunun taraftar sayısı epey fazladır. Bazı günler, birçok kimse hayatı asidi kaçmış bir kolayı yudumlar gibi yaşamaya koyulur. Kartondan bir dünyada gibiyizdir. İmajlar, asılların yerini almıştır. Bazılarımız projelerin, tasarıların, bitimsiz koşturmacanın arasında zihnini geçmişte kalmış müşfik bir hatıranın korunaklı alanında dinlendirir. Bazılarımız ise kendine az kusurlu, süslü, neşeli bir gelecek hayali ayırmıştır. Nostalji sevdasıyla fiyakalı bir istikbal hayali arasındaki bütün bu zihinsel koşturmacamız esnasında hayatın tek ve gerçek tecrübe imkânı sunduğu âna yakamızı kaptırmamakta ısrarcıyızdır. Oysa hayat başka bir yerde değildir. Kabahatin çoğunu yüklediğimiz dış dünya, içinde bulunduğumuz tatsızlığın tek sorumlusu olamaz.  Ânın gerçekliğine kapanmış, mevcudu bütün hâliyle tecrübe etme kabiliyetinden yoksun, sadece yaptığı işi yapmanın vadettiği sevince yabancı gibiyizdir. Böyle bir tabloda, bize yeniden yaşadığımızı hatırlatacak tecrübelerin kıymeti, altı çizilmeye değer gözükmektedir. Ne zaman yaşadığımızı hissederiz? Çileli bir metrobüs yolculuğunda vaktin akışından yara almadan kurtulmak adına telefona sarılıp bir şeyler izlerken değil elbette. Burada, içinde bulunduğumuz koşulları sonuna kadar tecrübe etmek şöyle dursun, her an yeniden muhatap olduğumuz oluşu elimizin tersiyle itmek için elimizden geleni yaparız. Oysa bilmediğimiz bir yolda araba sürerken kaybolduğumuzu hissedip radyonun sesini kıstığımızda durum tam tersidir. Bu senaryoda, aksiyon almadan önce bütün koşulları olduğu gibi kabul ederiz. Duruma teslim olur, onunla çatışma yaşamayız ve her an yeniden muhatap olduğumuz yeni koşullara bütün benliğimizle açık hâle gelmeye çalışırız. Her ne kadar kaybolma endişesinin sürüklediği bir durumda dahi olsak hayatın yegâne giriş kapısını tıklatmış, ânın çağrısına kulak vermişizdir. 

Denize öylece olta atmak bahsi, dünyanın tadı ve hayatın kapısı konularından hiç de ayrı düşünülebilir değildir. Öncelikle, denize öylece olta atmak diyerek ticari gayelerle yürütülen balıkçılık faaliyetini kapsam dışında tuttuğumu belirtmeliyim. Kıyı balıkçılığından, bir başka deyişle amatörce yürütülen, muhtemel verimlerin faaliyetin bizatihi kendisine göre ikincil önemde olduğu balıkçılık türünden söz edeceğim. Kar, kış, gece, gündüz demeden deniz kenarında kendine yer beğenmek için kıpırdayan, bu hâliyle normal insanların gözünde bazen delice bir imaja sahip olan kıyı balıkçısı nasıl bir tecrübenin peşinde olabilir? İlk elden söylemek gerekir ki normal insanların kalbi solda, balıkçının kalbi parmaklarında atar. Bir kere denize olta atmışsa, oltanın ucu bir kere tıkırdamışsa, balıkçı artık pürdikkat denizdedir; her bir dalga hareketini, oltayı ağırlaştıran her bir hamleyi göğüslemeye hazırdır. Şayet balıkların oltayı tıngırdatması arasında geçen süre uzamışsa, yani nazlı bir balık sürüsüyle cedelleşiliyorsa, balıkçının dikkati dağılabilir, bu durumda da ânı kaçırmanın cezası balıklarca kesilir. Balıkçı, tam da dalgınlık esnasında denizden gelen bir ikazla hülya ve hayallere dalmaktan menedilir, endişe ve kaygı seanslarına başlamaktan alıkoyulur ve kaçan balık büyük olur.

Tadını alamaz olduğumuz dünyanın dinamikleri, kıyı balıkçısı için ters yüz hâldedir. Tasarlanmış rutinlerin, planlı şehir hayatının, takvimlerin, alafranga saatlerin mekanizması artık işlemez olur. Deniz, büyüsü kaçmış dünyamızın aksine, sürprizli bir yerdir. Neyin, ne zaman oltanıza uğrayacağına dair bilgisizliğiniz, gizemli bir coğrafyanın, aslında hayatın kendisinin eşiğine kadar getirir sizi. Bu gizemli coğrafya, hayatın hâlen müdahale edilemez, sömürülemez, tasarlanamaz, formatlanamaz bir adacığı olduğu fikriyle, mümkün mertebe teskin edicidir. İşgale uğramamış bir teslimiyet bilinci kullanılmaya hazır hâlde orada sizi bekliyordur. Olana direnmez, olacağın hayaliyle avunmaz, olmuşa hayıflanmazsınız. O ândasınızdır ve rast gelmesini temenni edersiniz. “Rast gele!” ifadesi kıyı balıkçılarının şifreli bir selamlaşma şekli, onların ortak teslimiyet bilincine katılma biçimidir. Zaman, orada alışageldiğimiz şekilde akmaz, bir gözleri aydınlık balığın insafı yönetime el koymuş gibidir. Bir kayalıktan veya marina iskelesinden denize dikkat kesildiğinizde, ayağınızın altındaki mekânın bile erimeye başladığını, katı kabuğundan sıyrıldığını sezer, bir kayığa binip hareket ediyor gibi olursunuz. Kıyı balıkçısı, herkesin gözleri önünde, denizlerden gelen bir manifestoyu okuyor, bir direniş destanını her gün seslendiriyor gibidir. Dip balığının çetin ve lezzetli oluşu gibi kabuller, iyiden iyiye otoritesini yitirmiş bir ahlakın, yüzeysellik ve derinlik bilincinin, geri planda çalan bir şarkı gibi kendini hatırlatmasına imkân tanır. Böylece, balıkların huyları iyice ezberlenirken, her balığa uygun bir yöntemle yaklaşmanın lüzumu fark edilir, tabiatın işleyişindeki inceliğin altı çizilir.

 

4. Bitirirken

Denizcilik, diğer bütün çağrışımları bir yana, kıyıdan icra edildiğinde kişiyi hayatın kapısına kadar getiren, onu hayatla sıhhatli bir ilişki kurmaya davet eden bir faaliyet. Özellikle, denizin merkezi bir rol oynadığı etkinliklerin sayıca kısıtlı olduğu Karadeniz gibi bölgelerde, denize öylece bakmak ve denize öylece olta atmak faaliyetlerinin esaslı birer denizcilik unsuru olarak karşımızda durduğunu işaret etmeyi kıymetli buluyorum. Bu faaliyetlerin, benzer özelliklere sahip bölgelerdeki insanların ortak hususiyetlerini anlama çabamıza katkı sunabileceği gerçeği şöyle dursun; denizle geliştirilebilecek münasebetlerin, içinde yaşadığımız tadı azalmış, tuzu eksilmiş hayat şartlarının altından hâlen gürül gürül akan gerçekliğe temas etme imkânı tanıdığını belirtmeyi gerekli görüyorum. Denizin üzerine çekilmiş ufuk çizgisinin elinde büyümüş olmanın kişiye kazandırabileceği dış dünya ve ötekine dair cesur ve ayakları yere basan tavrı vurgularken kıyıdan icra edilen amatör balıkçılığın işgale uğramamış, otantik çağrısını seslendirmekten memnuniyet duyuyorum. Bu memnuniyetten aldığım cesaretle teklifim şu: Öylece biraz denize bakalım, öylece denize olta atalım. 

0 Paylaşım