Credit: Itai Raveh

Afetler, İnsan ve Tabiat: Bize Müstahak Mı?

0 Paylaşım
0
0
0

6 Şubat’ta yaşadığımız depremlerin ardından, konuyla alakalı pek çok şey konuşuldu, yazıldı çizildi. Her ne kadar öncelediğimiz ilk şey yaraları sarmak ve geride kalanların yeni bir hayat kurmasına yardımcı olmak olsa da acının tekrarlamaması için yapılması gerekenler de en az diğeri kadar önemli bir gündem oluşturdu. Bu doğrultuda, daha sağlam binaların nasıl yapılacağı, daha caydırıcı hukuk kurallarının nasıl konulacağı, afet anında verilmesi gereken doğru tepkinin ne olduğu ve dahi pek çok başka soru gerek medyada gerek kendi sosyal çevrelerimizde tartışıldı durdu. Öte yandan sorunun temelinde yatan asıl sebep yeterince dile getirilmedi. Bugün deprem meselesini tartışırken, depremi tek başına bir afetten ziyade son yıllarda yaşadığımız orman yangınları, salgın hastalıklar, seller, kuraklık hatta yükselişe geçen mental rahatsızlıklarla doğrudan ilintili bir afetler zincirinin parçası olarak ele almak çok daha kalıcı çözümlerin bulunmasına katkı sağlayacaktır.

 

Tabiatın tahribi insanlık tarihi kadar eski bir olgu olmakla beraber modern bilimlerin doğuşu bu süreci önceki dönemlerle kıyaslanamayacak kadar hızlandırmıştır. Neo-klasik ekonomi teorisi ekonomiyi, kıt kaynakların etkin kullanımı olarak tanımlar. Modernite öncesi dönemin iktisat anlayışıyla bir ölçüde çelişen bu görüş, bahsi geçen kıt kaynakların ne şekilde kullanılacağı konusunda ise tam bir çelişkiye dönüşmüştür çünkü aynı ekonomik sistemde kalkınmanın temel yolu ekonomik büyümedir. Gelişim, her yıl bir önceki yıldan daha çok üretim ve daha çok tüketimle mümkündür. Kıt kaynakların sonsuz bir şekilde kullanımı gibi bir çelişkinin mümkün olmadığının yıllar önce ortaya çıkmasıyla bu tanımlar çoktan değişmiştir; artık dünya, sürdürülebilirliğin ön plana çıktığı, çevre sorunlarının sisteme entegre edildiği daha farklı meseleler üzerine düşünmektedir. Ne var ki post-modern düşüncenin bir uzantısı olarak ortaya çıkan bu anlayışlar, tabiatın algılanma biçiminin de ona atfedilen değerin de neredeyse onu algılayan insan sayısı kadar çok ve çeşitli olması 1 sebebiyle çözüm üzerinde bir uzlaşmaya varamamıştır. Buna ek, ortaya çıkan çevreci akımlar; kapitalist ekonomik sistemlerin kendilerini yenileyebilmek için ihtiyaç duydukları durgunluk periyotlarının oluşturulmasına ve gelişimini aynı süreçlerden geçerek tamamlamış olan ülkelerin gelişmekte olan ülkeler üzerinde ahlaki tahakküm kurmasına hizmet ettikleri yönünde eleştirilmişlerdir. Çevre dostu olarak adlandırılan pek çok teknolojinin aslında birçok başka açıdan çevreye zarar verdiğinin ispatlanması da eleştirilerin bir başka odağını oluşturmaktadır 2. Bütün bunların neticesinde iş gerçek hayata döndüğünde, tüketim çılgınlığını durduran tek şey bireyin maddi imkanlarının yetersizliği olmakta, insanların büyük çoğunluğu ne zaman geleceği belli olmayan “gelecek” nesiller için hayatından feragat etmeyi anlamsız, bireysel çabalarla dünyayı “kurtarmaya” çalışmayı faydasız bulmaktadır. Ne var ki meseleye yaklaşımımızı değiştirecek temel şey, aslında modernite öncesi zamanlardan son derece alışık olduğumuz üzere, tabiatla ilişkimizin mahiyetinin değişmesi ve tabiata kutsallığının geri verilmesidir 3

 

Modern insan, tabiatı şahit olunacak ve himaye edilecek bir emanetten ziyade; kuşatılıp ele geçirilecek, kendisiyle yalnızca tek taraflı çıkar ilişkisi kurulacak bir köle olarak algılamaktadır. Bütün bunlarda şüphesiz, modern bilim felsefesinin varlıklarla kurduğu ilişki biçiminin de büyük etkisi bulunmaktadır. Pozitivizmin bilim dünyasına hakim olmasıyla birlikte, bilim insanları, varoluşla alakalı sorular sormayı bırakmıştır. Olayların nedeniyle ilgili sorular bilimin kapsamından çıkarılınca; bilim, yegane gaye olarak varlıkları ve süreçleri adlandırmayı benimsemiştir. Bir şeyi adlandırmaksa o şeyi nesneleştirmenin ve böylece ona hakim olmanın akla gelen ilk ve en temel yoludur. Nitekim tanımlamanın, kavramsallaştırmanın ve kategorize etmenin “şeyler” üzerinde bir üstünlük vesilesi olması modern bilimlerin doğuşundan çok daha eskiye dayanır. İslam inancına göre de ilk insan olan Hz. Adem’in yaratılışından sonra ona öğretilen ilk şey esma yani varlıkların isimleridir 4. Varlıkların isimlerini bilmek insanı hem isimlerini bildiği varlıklardan hem de o isimleri bilmeyen meleklerden üstün kılmıştır. Ne var ki varlıkların “ne” olduğunu cevaplayan bilimin, bunların “neden” olduğunu cevaplamaktan kaçınması, kendi tahakkümünü kısıtlayacak aşkın varlıklarla bağ kurmasına engel olmuş ve böylece varlıklar üzerinde kurduğu hakimiyetin sınırlarını ortadan kaldırmıştır. 1953 yılında ilk kez Everest Dağı’nın zirvesine çıkılması, 1972 yılında dünyanın bir bütün olarak net bir şekilde fotoğraflanması tabiatla insan arasındaki bu ilişkiyi pekiştiren önemli dönüm noktaları olmuştur. İnsanlık tarihi boyunca ucu bucağı bilinmeyen ve bunun için alt edilemeyen dünya, artık kendisine dışarıdan bakılabilir, en yaman zirvelerine tırmanılabilir, fotoğraflanabilir, adlandırılabilir bir şeye dönüşmüştür 5. Tüm bunlar insanın kendisini “yeryüzündeki ilah” hissetme sanrısını iyice derinleştirmiştir. Ne var ki takip eden 70 yılda yaşanan çevre felaketleri, bu sanrının gerçeklikten uzaklığıyla alakalı son derece detaylı bir tablo ortaya koymaktadır. İnsanlık, kurduğu dünyanın ne kadar kaygan zeminler üzerinde konuşlanmış olduğunu ve tabiatla arasındaki yakıcı efendi-köle ilişkisinin yol açtığı dengesizliğin kazandığı tüm zaferleri tehdit ettiğini fark etmeye başlamıştır 6.

Modern insan, tabiatı bir sömürü aracı olarak kullanadursun; klasik dönemde, özellikle de İslam’ın ve Hristiyanlığın hakim olduğu coğrafyalarda, tabiat son derece kutsaldır çünkü yaratılmış olan kendisini yaratandan izler taşır. Hatta öyle denilebilir ki sağlam bir inanca sahip olmanın tek yolu da budur 7, çünkü görünmeyen (gayb) kendisini görünenler üzerinde tezahür ettirir ve görünmeyene duyulan inancı sağlamanın yolu, görünenlerin doğru algılanmasından geçmektedir. The Sacred and the Profane kitabıyla meşhur din tarihçisi Mircea Eliade bu meseleyi şöyle özetler: “Kozmosun yapısının yüce semavi varlığın hatırasını canlı tutacak nitelikte olduğu söylenebilir. Sanki tanrılar dünyayı öyle yaratmışlar ki dünya onlardan başka hiçbir şeyi yansıtamaz; çünkü yüksekliği olmayan bir dünya mümkün değildir ve sadece bu boyut bile aşkınlığı düşündürmeye yeter8. Tarih boyunca yaratıcının varlığı, mahiyeti, hatta sayısıyla alakalı binlerce farklı görüş ve tartışma ortaya çıkmasına rağmen yaratıcının hiç var olmadığını iddia eden fikirlerin ancak 16. yüzyılda gerçek manada ortaya çıkması 9 ve Sanayi Devrimi sonrasında şehirlerde yaygınlaşması bile insanın tabiatla olan bu kopuşu üzerinden değerlendirilebilir. Kainattaki düzene ve değişime her gün yeniden şahit olan insanla, elde ettiği her şey için parasal bir bedel ödemek zorunda bırakılan insanın tabiatla kurduğu bağın da bunların bir rastlantı olup olmadığı sorusuna verdiği cevabın da birbirinden farklı olacağını tahmin etmek zor değildir.

 

İslam inancında tabiatın bu kutsal yönü, yaratılmış olan her şeyin Allah’ı zikrettiği yani yerlerin ve göklerin yaratıcısı ile doğrudan ilişki kurduğu düşüncesiyle iyice pekiştirilir 10. Buna göre kainat Allah’tan haber veren kaynaklardan biri 11 ve O’nun isimlerinin aynasıdır hatta modern bilimlerin doğuşundan önce, kainatı Yaratıcının temaşasında kullanmak istisnai bir tecrübe sayılmak şöyle dursun dünyaya bakmanın normal yolu olarak kabul edilmiştir12. Bu durumda onunla sağlıklı bir ilişki kurmak da insanın omuzlarına bırakılan emanetin bir parçasıdır. Böyle bir durumda insan, kaynakları daha az israf etmek ya da daha az karbon salınımı ortaya çıkarmak için gelecek nesilleri ya da eyleminin marjinal faydasını düşünmek zorunda değildir, kendi dışındakine saygı duymak yaratıcısına duyduğu saygının bir görünümüdür. Nitekim, tıpkı kainatın insana bir emanet olarak verilmiş olması gibi İslam teolojisinde önemli bir yer edinmiş “insanın sonuçtan değil süreçten sorumlu olduğu” inancı da bireyi sonuç odaklı düşünmekten kurtarıp çevreyle alakalı ortaya konulabilecek bireysel çabaları destekleyecektir. Tüm bunların dikkate alınmadığı ve tabiatın bütün kutsallığını kaybettiği bir düzende de en büyük bedeli yine insanın ödediği aşikardır. 

 

Bütün bunlar göz önüne alındığında hepimizin yüreğini derinden burkan deprem, yalnızca binalarda kullanılan çimento oranından ibaret bir şey olmamaktadır. Tarım arazilerinin imara açılması, nehir yataklarının değiştirilmesi, topraktan gelen insanın yüksek binalarla göğe uzanma çabası aslında hep tabiatla kurulan bu tahakküm ilişkisinin sonuçlarıdır; tıpkı, detayları bu yazının kapsamı dışında kalan diğer pek çok afete yol açan sebepler gibi. Ümidimiz, burada teorik bir şekilde ortaya konulan sorun tespitinin gerek bilim insanları gerek politika yapıcılar tarafından somut adımlara dönüştürülmesi ve her birimizin tabiatla ve O’nun yaratıcısıyla kurduğu ilişkiyi tekrar gözden geçirmesidir.

13 

 

Dipnot[+]

0 Paylaşım