Büşra Göktaş, 16 Şubat, Islahiye/Gaziantep

Çerçevenin Dışındakiler

0 Paylaşım
0
0
0

Kamera kayıtta, muhabir hazır, arkasında flu bir enkaz; saat başı canlı yayın yapıyoruz. Stüdyoya bağlandık beş dakika sonra ekranda olacağız birden güçlü bir çığlık duyuyoruz. Bakışlar birbirini izlerken bir kadın yere kapaklanıyor, kalabalıktan ne olduğu seçilmese de herkes ne olduğunun farkında. Teşhisi yapılmış bir ceset torbası daha insanların arasından sıyrılarak cenaze aracına yükleniyor. İki kişinin kolaylıkla taşıdığı torba öncekilerden çok daha hafif duruyor, çocuk olmalı. Hemen görevlilere gidiyorum; kaç yaşlarında, şu ana kadar kaç kişi çıkardınız, kaçı canlıydı, içerde kaç kişi olduğunu tahmin ediyorsunuz. Art arda ‘kaç’ sorularıyla topladığım sayıları muhabire yetiştiriyorum ve yayındayız. “Arkamda gördüğünüz enkazda…” diye başlıyor muhabir, şehirden bölgeden sayılar veriyor, ortamdaki atmosferi tarif ediyor; 6-7 dakika içinde stüdyo bize teşekkür ediyor, diğer şehirdeki ekibe bağlanıyor ve kamerayı kapatıyoruz. Bunu onlarca kez yaptık, basit bir ‘field report’.

Her seferinde kameranın kadrajı için bir çerçeve çizdik ve bu çerçevenin kendiliğinden menkul bir gerçekliği var: çerçevenin dışında kalanlar. Yazılı ve görsel basın fark etmeksizin telefonla çekilen basit bir fotoğraftan büyük prodüksiyonlu bir filme yahut bir köşe yazısına kadar; tüm anlatılar bu gerçekliğe haizdir. Konu, bağlam, amaç, vesair paradigmalar bu çerçeveyi şekillendirir, nihayetinde bir anlatı doğar. En temel ayrımıyla konvansiyonel ve dijital medya; değişen paradigmalar doğrultusunda izleyiciye farklı çerçeveler dolayısıyla farklı görseller sunar. Fakat yazıda kastedilen medyanın ötesinde herhangi bir anlatının tabi gerekliliği olan sınır çizme ve bu sınırı çizerken anlatıcının bizzat tanık olduğu çerçevenin dışındaki acılara karşı tutumudur.

Böylesine bir felakette çerçevenin dışında kalanlar acının en akıl almaz görüntülerini oluşturuyordu: altı üstünden daha kalabalık bir enkaz, yakınlarını bekleyen bir yığın insan, parça parça çıkan bedenler ve her nefeste canlı ümidini azaltan kesif bir koku. Duygular saklanamayacak derecede yoğun ve ulu orta yaşanıyordu; paranın malın ve ünvanın hiçbir anlamı kalmadığı gibi kalpler arasındaki mesafe de kaybolmuştu. Enkazlar yekpare bir yığındı ve hepimizin omuzlarındaydı; ölüm tek hakikatti ve her şeyi kuşatıyordu. Fakat gazeteciler bu kuşatmaya aktif bir direnç göstermek zorundaydı. “Torunumun kopan bacaklarını pijamalarından tanıdım” diye ağlayan bir kadını dinleyip ‘ampute kurtarılan depremzedeler’ haberini yazmak ve hemen ardından bir diğerine mikrofon uzatmak icap ediyordu. O kadını çerçevenin içine bir haber metni ile taşımaya çalışmak gözyaşlarını silmeye vakit bırakmıyordu. Hal böyleyken acılara bizzat şahit oluyor fakat o acıların hakkını veremiyorduk. Üzülmek ağlamak dertlenmek son derece insaniydi fakat bulunduğumuz akut dönem içinde bunlara vakit ayırmak gazetecilik yapmak için yeterli psikolojik direncin olmadığına işaret ediyordu.

Susan Sontag, Başkalarının Acılarına Bakmak isimli kitabında “Başka bir ülkede meydana gelen felaketlerin seyircisi olmak, gazeteciler diye bilinen profesyonel, uzman turistlerin bir buçuk asrı aşkın sürelik maceralarında gittikçe katlanan birikimleriyle doğrudan ilintili olan, esaslı bir modern deneyimdir” diyor. Zannımca, başkalarının acılarına uzaktan bakmanın uyandırdığı gelgeç şefkat duygusu, bir felaket sahnesinde anlatıcıysanız çerçevenin dışında kalanlara şahitlikle birlikte yerini büyük ölçüde kanıksama ve/veya duyarlılaşma duygularına bırakır. Gazetecilerin deneyimi de bu kanıksama ve duyarlılaşma arasında şekillenir. Başkalarının acılarına bakarken sahip olunan bu üç duygu/davranış biçimi ve doğurduğu eylemler nelerdir?

Başkalarının hissettiklerini anlayabilme, empati kurma ve merhamet duyma ekseninde şekillenen şefkat, çok hızlı ve istikrarsızdır. Başkalarının acılarına uzaktan veya yakından bakmak fark etmeksizin ilk anda bu duyguyu açığa çıkarır. Eyleme dönüştürülmemesi halinde hızlıca yok olur. Bu dönüşümü tetikleyenlerin başındaysa acıya maruziyetin yoğunluğu gelir. Örneğin yakın kadraj gözlerine odaklanılmış bitkin bir Afrikalı çocuk görseline duyduğunuz şefkat/acıma/merhamet, bu görselle çok karşılaşma halinde bir su kuyusunun yapımına katkıda bulunma şeklinde sonuçlanabilir. Bu görselin etikliği, genel geçer hale gelişinin kıtaya etkisi, duygu ile eylem arasındaki tutarlılık amaca uygunluk vs tartışılabilir. Fakat en basit haliyle çerçevenin içindeki başkasının acısıdır, haberin muhatabında ekseriyetle şefkat duygusu uyandırır ve bu duygunun ömrü pek çoğundan çok daha kısadır.

Kendi ülkende yaşanan bir felaketin olay yerinde başkalarının acılarını konu edinip çalışmak ise Susan Sontag’ın kastettiği mesleki deneyimin ötesinde esaslı bir hayat tecrübesidir. Şefkat varlığını korumakla birlikte yerini; ürkütücü bir kanıksamaya ve ancak tecrübe ile sahip olunabilecek bir duyarlılaşmaya bırakır. Kanıksama menfi bir anlam taşısa da akut dönemde çalışabilmek için büyük bir lütuftur. Tabiri caizse delirmemenin sigortasıdır. Hiç afet bölgesinde bulunmamış, savaş görmemiş, ceset kokusuna aşina olmayan genç bir gazeteci için hızlı adaptasyon; tecrübenin yerine geçerek hayati bir rol oynar ve bu adaptasyon ancak kanıksama ile mümkün olur. Başka çarenin olmadığı müthiş bir iş baskısı ve bir dizi tavsiye de tecrübesiz gazeteciyi bu kanıksamaya mecbur kılar. “Bir hata olursa hesabını sorarım dikkatli olun; hikayeyle bütünleşmeyin önce kendinize mukayyet olun; ne kadar kalacağınız belli değil dirayetli olun; neye ihtiyacınız olursa hemen arayın Allah’a emanet olun.”…

Bağlamında lütuf addedilen bu kanıksama; duyarsızlaşma ve duyarlılaşmayı farklı anlamlarıyla beraberinde getirir. Acının anlatısına karşı duyarsızlaşma yaşanırken; acının kendisine karşı büyük bir farkındalık ve duyarlılaşma yaşanmaktadır. Bunun nedeni medyada yer alan acı retoriğine alışılması; medyanın ötesindeki acıya yaklaşarak empati kurmanın kolaylaşmasıdır. Bir felakete uzaktan bakarken duyulan hayret, insanların dirayetine olan şaşkınlık yaklaştıkça yerini aşinalığa bırakır. Basın yayın aracılığıyla sadece çerçevenin içi görülürken yaşanan hissiyat; yaşanılanın katlanamayacak kadar büyük olduğu yönündedir. Bu durum uzaktan bakanlarda yüksek ve geçici bir etkiye neden olur. Bu bakış açısı olay yerine yaklaştıkça çerçevenin dışında kalan pek çok duygu ve başa çıkma becerisi ile karşılaşır. Yakınlarını ve tüm mal varlığını yitirmiş bir depremzedenin her şeye rağmen hayatta kalma refleksinin ne denli büyük olduğuna ve insani ihtiyaçlarının devam ettiğine şahitlik etmek onu ekrana yansıyan acının vücuda gelmiş ‘bahtsız bir figürü’ olmaktan çıkarır.

Depremzedelerin ekseriyetle şikayet ettiği durum da bu “acıyan ve üstenci” bakıştır. Herkes kadar “normal hayatları” olduğu ve bir anda bu felaketle karşılaştıkları gerçeği çoğunlukla es geçilmektedir. Bu insanlara yaklaşmak sayılara/figürlere kimlik kazandırır bu da empatiyi kolaylaştırır. Bir felaketin kendi başına da gelebileceğini kolaylıkla kurgulayabilmek bir nevi normalleşmeye sebep olur. Başkalarının acısı, özdeşimin zor kurulduğu binlerce insanın uzakta yaşadığı bir duygu iken yaklaştıkça tanıdık hale gelir. Bu aşinalık bir gazeteciyi herhangi bir felaket için haykıran puntolarla atılmış başlıkların geçici ve yüksek etkisinden uzaklaştırır ve “acının anlatısına” dair bariz bir duyarsızlaşma yaşatır.

Ümit ediyorum ki bu duyarsızlaşma yalnızca acının anlatısına dairdir çünkü aynı empatiyle acının kendisine yaklaşmak, bir felaketin muhtevasının başlıklarla sınırlı olmadığını öğretir. İnsanlara yaklaştıkça olayın medyada ne şekilde ve ne boyutta yer aldığı önemini yitirir. Acılar kimlik kazanır ve o kimliklerle hukuk kurulur. Yaşananlar artık çok daha insanidir. Haber değeri yüksek Amerikalı aktivist bir ekiple enkazın önünde röportaj yaparken bir anne sessizce gelip çok utandığını fakat kızları ve kendisi için günlerdir iç çamaşırı aradığını ne verirsem kabulünün olduğunu söyledi. Haberini yaptığımız Amerikalılar, uluslararası ekipler, canlı yayınlar, sosyal medyadaki videolar, umrunda değildi diğer illerdeki depremi bile kulaktan dolma öğrenmişti. Kocasını ve tek mal varlığı olan evini kaybetmişti. Enkaza hırsızlar girmesin diye oğlu ve kızlarıyla beraber yıkılan evinin önüne kurduğu çadırda kalıyordu. Üç öğün belediyenin ilçe merkezinde dağıttığı yemekleri almak için sıraya giriyordu. İç çamaşırından tırnak makasına ocağa elektriğe suya; her şeyin eksikliğini çekiyordu. Tüm bunlarla birlikte içimizi ısıtmak için çadırında plastik bardaklarıyla çay ikram etmek istiyordu. O kadın veya herhangi bir depremzede ile kurulan hukuk şüphesiz 2 dakikalık Amerikalı aktivist haberinden çok daha derin izler bırakıyordu. Bu da günün sonunda anlatının ötesindeki yani çerçevenin dışındaki insanın acılarına dair hakikatli bir farkındalığa dolayısıyla duyarlılaşmaya neden oluyor.

Başkalarının acılarında dair duyulan bu şefkat, kanıksama, duyarsızlaşma ve duyarlılaşma her insanda farklı şekillerde ve boyutlarda ortaya çıkmakla birlikte çerçevenin dışındaki gerçeklik anlatıcıdan ve dinleyiciden bağımsız sarsıcı varlığını her şartta korur. Uzak ve yakınlığımız fark etmeksizin bu gerçekliğin hakkını verebilmemiz ümidiyle.

 

 

0 Paylaşım