Prof. Dr. Mehmet Görmez ile Afetler Üzerine Söyleşi

0 Paylaşım
0
0
0

Deprem gerçekleştiği anda hepimizde çok çeşitli duygular belirdi ve sonrasında bu duygular bir tür hareket motivasyonuna dönüştü. Birbirinden son derece farklı olan bu duyguların görünürde aynı sonuca yol açmış olmasını, amel-niyet ilişkisi bağlamında değerlendirmek sizce mümkün mü?

Niyet, amelin çekirdeğidir. Amelleri hareket motivasyonuna dönüştüren ise imandır.

Öncelikle özgün, derinlikli, insicamlı sorularınız için teşekkür ediyorum. Sorularınızın her biri cevaplarını da mündemiç görünüyor. Her bir soru, kendi içinde de şıklara ayrılıyor. Birinci sorunuz üç sorudan müteşekkildir.

Her şeyden önce birbirine zıt görünen çelişkili duyguların varlığı son derece önemli insani bir gerçekliğe işaret eder. İnsan, yapısı gereği değişken bir varlıktır. Bir birey olarak insan, herhangi bir hadiseye aynı anda farklı tepkiler verebildiği gibi farklı insanlar da aynı hadiselere farklı tepkiler gösterebilirler. Bilhassa sevinçlerini ve üzüntülerini farklı şekillerde gösterirler.

Kur’an’ın insanla ilgili ayetleri bu konuyu merkeze alır ve şöyle değerlendirir: “İnsana nimet verdiğimiz zaman yüz çevirip yan çizer; başına bir kötülük gelince de hemen karamsarlığa düşer.” “Rabbi, insanı imtihan için ona ikramda bulunduğunda ‘Rabbim bana ikram etti,’ der; imtihan için rızkını kıstığında ise ‘Rabbim beni aşağıladı,’ der.”

Kur’an’da şâkile diye bir kavram vardır. şâkile, fıtrattan ayrı olarak insanın, sonradan şekillendirdiği karakteridir, mizacıdır. Mizaçlar da büyük oranda farklılık arz eder. “Herkes kendi mizaç ve karakterine göre amel eder. Rabbiniz kimin en doğru yolu tuttuğunu çok iyi bilir.” diyor, ayet. İşte farklı duygu durumlarının sevk ettiği hareketin meyveleri de bu duyguların maddi ve manevi sonuçlarından elbette etkilenir.

Niyet dediğimiz şey, amelden önce iradenin eylemidir. Ne ekersen onu biçersin. Ancak niyeti de iradeyi de belirleyen inançlardır, bilgidir, düşüncedir, çevredir, kazanılmış ahlak ve karakterdir.

Bütün bunları hareket motivasyonuna dönüştüren imandır. Farklı duyguların günümüzde aynı sonuca yol açmış olmasını imanla beraber milleti millet yapan ortak değerlere, kimlik ve aidiyete bağlayabiliriz. Bu da zorunlu olarak bu hareketin meyvelerini etkiler. Bütün bunlar, sadece amel-niyet ilişkisini değil, niyeti ve iradeyi ortaya çıkaran zeminin de başka bir ifadeyle niyet adını verdiğimiz tohumun ekildiği tarlanın da önem arz ettiğini göstermektedir.

 

Depremden sonra ülkece içine girilen bu seferberlik hali ülkemizin kültür kodlarıyla alakalı ne söyler? Sıklıkla halkımızın ortak bir ülküden yoksun olduğu söylenir, öte yandan bir felaket anında birbirimize nasıl kenetlendiğimiz de malum. Acaba kısa süreli de olsa ortaya çıkan, bütün ayırt edici yanlarımızı aşan bu birliktelik duygusunun geniş ölçekte yaşanır kılınması için ne yapmalı, hangi ortak yanımızı esas almalıyız?

Tearüf ve teavünün sürekliliği, kalpler arasında merhamet şebekeleri döşemeye bağlıdır. Bu da ancak toplumsal sözleşmelerin manevi temellere dayanmasıyla mümkün olur.

İşte bu, bütün niyetlerin ekildiği toprak ve zemin ile ilgilidir. Millet olarak bin yıldır bu topraklarda birlikte inşa ettiğimiz ortak değerleri esas almalıyız. Ortak bir ülküden yoksun olan toplumlar, millet olamazlar. Millet olabilmek için milleti millet yapan ortak değerlerler vardır. Bu ortak değerler özellikle zor zamanlarda inkişaf ederler. Depremden sonra gördüğümüz seferberlik, bunun en önemli örneklerinden biri oldu.

Bunu sürekli kılmak, bu ülkü ve değerleri sürekli diri tutmak ve yenilemekle mümkündür.

Tearuf ve teavün yani birbirimizin varlığını, farklılıklarıyla birlikte, karşılıklı bir marifet ilişkisi içinde ele almakla, karşılıklı yardımlaşma ruhuyla olur. Bu da ancak kalpler arasında merhamet şebekeleri döşemek ve bu şebekeyi sürekli canlı kılmakla olur.

Sadece hukuka dayanan toplumsal sözleşmelerle bu mümkün olmaz; buna ilaveten Rabbimizle olan misakımızı canlı tutmakla mümkün olur. Başka bir ifadeyle bu, ancak toplumsal sözleşmelerin manevi temellere dayanmasıyla mümkün olur.

Bu da üç misaktan ibarettir: Birincisi şehadet Misakıdır. Bu, insanın Yaratıcısıyla şahitlik üzerine kurduğu ve fıtrat adını verdiğimiz İlahî yazılımla gerçekleştirdiği misaktır. İkincisi Emanet Misakıdır. Bu misak ise hem varlık üzerinde mülkiyet iddiasından bizi uzaklaştıran bir misaktır hem de Yaratıcı ile karşılıklı güven sözleşmesidir. üçüncüsü ise Risalet Misakıdır ki, bu da din ve vahiydir.

Bütün bunları sürekli kılmanın yolu ise topyekûn insan yetiştirme düzenimizle ilgilidir.

 

Afet sonrası dönemde “Z Kuşağı değil Hızır Kuşağı” dediğiniz gençlerden, belki de hiç beklenmedik bir seferberlik görüldü. Sizce toplum, gençlerden böyle bir performansı niçin beklemiyordu, gençler neden/nasıl böyle kilit bir rol oynadı? Bu seferberliğin, gençlerin dinle ve toplumla bağlarını kuvvetlendirdiğine şahit oldunuz mu?

Her nesil kendinden sonraki nesilleri kayıp nesil olarak görür ancak bu, sürekli tekrarlanan bir yanlıştır. Gençler, fıtrata yakın oldukları için adalet ve erdeme daha meyyaldir.

Ben gençlerin, fıtrata yakın oldukları için adalete ve erdeme daha meyyal olduklarını, adaletsizliğe daha tepkisel olduklarını düşünüyorum. Bu sebeple 15 Temmuz gecesinde olduğu gibi Maraş merkezli depremlerin olduğu zamanda da gençliğin kendiliğinden bu fıtrata uygun olarak harekete geçtiklerini düşünüyorum. Elbette bunun önemli kazanımları olmuştur. Bunlardan biri de gençlerin din ile ve toplumla bağlarını farklı bir şekilde güçlendirmeleridir.

Bu sebeple deprem günlerinde Hatay’ın Samandağ ilçesinde İstanbul’dan kendi elleriyle sobalar yapıp getiren meslek lisesi öğrencileri ile tanıştığımda bu ifadeyi kullandım: “Siz Z Kuşağı değil, Hızır Kuşağısınız.”

 

Toplumu oluşturan fertlerin birbirinin alanına müdahil olmamasının ileri bir toplumsal gelişmişlik olarak ifade edildiği bir dönemde yaşıyoruz. Sanki bireylerin ihtiyacını diğer bireyler yerine devlet vb. kurumsal yapıların -aslında bir aracılık faaliyeti yoluyla- çözmesi daha makbul görülüyor. Deprem anında ise kurumsal çabaların yanında ferdi gayretlerin de son derece önemli olduğunu gördük. İdeal bir gelişmişlik tablosunda, Müslüman toplumdaki bireylerin birbiriyle ilgilenmesi nasıl olmalıdır? Bireylerin bu samimi çabaları ve kurumların profesyonel faaliyetleri arasında nasıl bir denge gözetilmelidir?

Aslolan, her bireyin bu gibi zor zamanlarda, bu gibi musibetlerde harekete geçmesidir. Devlet yetimhane açar ama yetimin başını okşayamaz. Depremde çadır kurar, konteyner kent kurar, bina yapar ama yıkılan gönülleri onaramaz.

Çağdaş hâkim zihniyet, insanın yapıp ettiklerini salt bu dünyaya hasrettiği ve dahi hapsettiği için bireylerin salih amel olarak yapacakları ve esas itibarıyla öte dünyada karşılığını bulacakları davranışları da devlet kurumlarına havale etmektedir -bunu söylerken devletin yapması gerekenleri yok saydığım anlaşılmamalı-.

şüphesiz, sosyal devlet fikri, bu gibi zor zamanlarda hayati derecede önemlidir. Fakat devleti oluşturan millettir. Milleti oluşturan da bireylerdir. Aslolan, her bireyin bu gibi zor zamanlarda, bu gibi musibetlerde harekete geçmesidir. Devlet yetimhane açar ama yetimin başını okşayamaz. Depremde çadır açar, konteyner kent kurar, bina yapar ama yıkılan gönülleri onaramaz.

Devlet ve milleti, birbirinin alternatifi gibi görmek doğru değildir. Her birey, bireysellikten ve bireycilikten uzaklaşarak yaraları sarmak ve iyiliği çoğaltmak için ne kadar toplumsal hayata katılırsa devlet de o kadar güçlü olur. Devlet de sosyal devlet fikrini ne kadar uygulamaya koyarsa bireyler de o derece üstüne düşen vazifeyi yerine getirir. Bu sebeple bizim mefkuremizde “din u devlet, mülk u millet” bir bütünlük arz eder.

Burada Sevgili Peygamberimizin (sav) meşhur hadisini hatırlamak durumundayız. “Müminler, birbirlerini sevmede, birbirlerine merhamet ve şefkat göstermede, tıpkı bir organı rahatsızlandığında diğer organları da uykusuzluk ve yüksek ateşle bu acıyı paylaşan bir bedene benzer.”

şunu unutmamalıyız: Bir ihtiyaç sahibinin yarasına merhem olmak, onların bu dünyadaki ihtiyaçlarını karşılarken bizim de ahiretimizi imar etmektedir. Ebedî âlemi kazanmamıza vesile olacak bir fırsatı niçin devlete veya başka kurumsal yapılara bırakalım?

Depremden sonra doğal-beşeri afet ayrımını sıklıkla duymaya başladık. Peki klasik İslami literatürde bu ayrım var mıdır? Müslümanın beşeri afet ile doğal afete yaklaşımında fark olmalı mıdır? Tedbir-takdir dengesini doğal afet için anlıyoruz, peki beşeri saydığımız, yani failin aşikar olduğu musibetlerde (cezai yön bir yana) musibete uğrayan/şahit olan Müslümanın duruşu ne olmalıdır?

Musibetlerde, insanın yapıp ettikleri söz konusu olduğunda ilahı̂ adalete gölge düşürecek, insanın sorumluluklarını yok sayacak bir yaklaşım doğru değildir.

İnsanın kendinden, yapıp ettiklerinden kaynaklanan musibetler ile üzerinde yaşadığı dünyadan kaynaklanan musibetler ayırımı Kur’an’da da vardır. “Yeryüzünde vuku bulan veya kendinizden kaynaklanan hiçbir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce bir kitapta yazılı olmasın.”

Takdir açısından, her ikisi de aynı Kitab’ın sayfalarında yazılı olduğu halde insana irade ve özgürlük verildiği için elbette sonuçları ve değerlendirmeleri farklı olacaktır. Tedbir-takdir dengesi de buna göre farklılık arz edecektir. Aksi takdirde dünyada sorumluluk ve ahirette hesap verme konusunu göz ardı etmiş oluruz.

 

Bir röportajınızda depremlerin metafizik artçılarının fiziki artçılarından çok olduğunu ifade ediyorsunuz. Peki deprem sonrası oluşan bu travmalarla mücadelede nebevi metot nedir? İslam tarihinde afetler karşısında örnek tutum nasıl olmuştur? Bununla bağlantılı olarak yine başka bir konuşmanızda Müslüman dünyanın bir afet teolojisi olmadığından bahsetmiştiniz. Bugün bir afet teolojisi oluşturulmaya çalışılsa nereden başlanmalı, nelere dikkat edilmeli?

Uzunca bir süredir kâinatı ve evreni okumayı bırakan Müslümanların bugün bir afet teolojisi yoktur.

Dinî açıdan afetlerin üç boyutu vardır: teolojik boyutu, fıkhi boyutu, bir de ahlaki boyutu. Burada teolojik yön, fıkhi ve ahlaki boyutu öncelemektedir.

Müslüman dünyanın bir afet teolojisi olmadığı konusunda ısrar ediyorum. Müslümanların bir afet teolojisi yoktur. Zira kâinatı ve evreni okumayı, uzunca bir süredir terk ettik. Bu yüzden bugün Müslümanların eksik bir evren ve kâinat tasavvuru var. Bilmediğiniz bir fizik âleminin metafiziği ile uğraşmak abesle iştigal olur.

Afet teolojisinin çok önemli bir diğer boyutu adl-i İlahî ve lütf-u İlahî dengesidir. Takdir-tedbir arasındaki ilişkilerdir. şer ve kötülük problemi ile ilgili yorumlardır. Yaratıcının insana verdiği irade ve özgürlük meselesidir. İlahî ceza ile İlahî adalet ve İlahî merhamet arasındaki girift ilişkileri temellendirmektir. Bugün bunların hiçbirisi akait ve kelam kitaplarında yer almamaktadır.

Fıkıh boyutu afet öncesinde, esnasında ve sonrasında dikkat etmemiz gereken ilke ve esaslardır, helaller ve haramlardır, ibadet hayatımıza yönelik değişikliklerdir.

Afet ahlakı ise hem bizim afetzedelere karşı görev ve sorumluluklarımızı hem de afetzedelerin, maruz kaldıkları musibetlere yönelik takınacakları tavırları ve topyekûn birbirimize karşı görev ve mesuliyetlerimizi ifade eder.

Bütün bunların çağdaş dünyanın geliştirdiği psikolojiyle, sosyolojiyle birleştirilerek yeni bir dil ve üslup içinde takdim edilmesi gerekiyor.

Nebevi metot dediğiniz şey, kelamı da fıkhı da ahlakı da birleştiren, hem Yaratıcıyı yok saymayan hem de insanın irade, özgürlük ve sorumluluklarını ortadan kaldırmayan bir bakış açısıdır. Biz de bu bakış açısının gelişmesi için çaba içerisindeyiz.

 

Afetlerin de ayet olarak okunabileceğini, doğru okunmasını tavsiye ediyorsunuz. Peki ayeti doğru okumak nedir? Her duruma/ayete mana atfetmek mümkün müdür? Atfettiğimiz mananın doğru olup olmadığını nasıl bilebiliriz? Doğru okumakta, manalandırmakta yetersiz hissedenlere neler söylersiniz?

Musibetler konusunda ibreti, ibareyi, hükmü ve hikmeti birleştirecek bütüncül bir yaklaşım için, afet teolojisi, afet fıkhı ve afet ahlakını yeniden inşa etmek gerekir.

Bildiğiniz gibi ayet, işaretler topluluğu demektir. Kur’an’ın taksimiyle ister afaki ister enfüsi olsun ayet kavramının en önemli özelliği çok anlamlı oluşudur. Her insan, her toplum, her şehir için farklı anlamlara imkân tanımasıdır. Kur’an-ı Kerim, Nuh Tufanı’nı ayet olarak ifade etmiştir.

O röportajda da ifade ettiğim gibi ayetler, sadece ibareler üzerinden değil; ibretler üzerinden de okunur. Sadece hükümler üzerinden değil, hikmet üzerinden de okunur. Elbette ibreti, ibareyi, hükmü ve hikmeti birleştirecek bütüncül bir yaklaşım, bir önceki sorunuzda ifade edilen afet teolojisi, afet fıkhı ve afet ahlakının yeniden inşasına bağlıdır.

 

Batı’nın dini ciddi anlamda sorgulayışının 1755 Lizbon Depremi’yle başladığını ve bu tarz büyük afetlerin Batı’da genel olarak insanların dinden uzaklaşmasıyla neticelendiğini; öte yandan Doğu’da ise insanları dine daha da yaklaştırdığını söylüyorsunuz. Sizce bu farkın sebebi nedir? İslam’ın insana ve toplumsal hayata yaklaşımındaki hangi farklılıklar böyle bir netice doğurur?

İslam’ın, evrenin işleyiş kanunları ile semanın kanunlarını ayırmayan külli tasavvuru ile güçlü ahiret inancı, Müslüman coğrafyalarda musibetlerden sonra dine dönüşü daha da hızlandırıyor.

öncelikle ifade etmek isterim ki, Lizbon Depremi’nden sonra meydana gelen değişim ve dönüşümler nedeniyle gerçekleşen dinden uzaklaşmaların sebebi, dinin mahza hakikatleri değildir. Asıl sebep, öncesindeki iki yüz yıl boyunca dini araç olarak kullanan Kilise’nin içine girdiği çatışmadır. Mesela Galileo’nun keşifleri Kilise’yi devrim niteliğindeki yeni evren anlayışı ile ciddi anlamda karşı karşıya getirmiştir. Başka bir ifadeyle Avrupa’nın yaşadığı Orta çağ’dan taşıdığı çatışma kültürünün bir ürünü olarak metafizik kopmalar meydana gelmiştir.

Fakat İslam’ın bir Orta çağ’ı olmamıştır. İslam, evrenin işleyiş kanunları ile semanın kanunlarını ayırmaz. İslam’da evrenin kanunlarını yorumlamada aracı bir müessese yoktur. ölüme bakış ve güçlü bir ahiret inancı,

Müslüman coğrafyalarda musibetlerden sonra dine dönüşü daha da hızlandırmaktadır.

 

Günümüzde sanki bilimsel bilgiyle dinî bilgi birbirine alternatif ya da zıt iki bilgi türüymüş gibi bir algı var, öte yandan meseleyi “bilim açıklar, din anlamlandırır” söylemi üzerinden değerlendirdiğimizde bu bilgilerin birbirine alternatif olmaktan ziyade birbirini tamamlayıcı olduğunu görüyoruz. Sizce bu ikilemi gidermek için nasıl bir açıdan bakmalıyız?

Bugün musibetler konusunda din-bilim ikilemi yanılgısını gidermek için gökten gelen seslere kulak veren yer bilimcilerle, yerden gelen seslere kulak kabartan din bilginlerinin ortak bir zeminde buluşması şarttır.

Bu meselenin en temel sorunu İslam medeniyeti içinde de bilginin parçalanmasıdır. Dinî olan-olmayan, şerî olan-olmayan, İslamî olan-olmayan gibi tasnifler bunun en temel sebebidir.

Tarihten tevarüs edilen bu seküler tasnif, pozitivist bakış açısının eğitim sistemine hâkim olmasıyla daha da güçlenmiştir. Burada sorun tek taraflı değil, iki taraflıdır. Vahiy bilimleri ile uğraşan bir insanın yer bilimlerine sırtını dönmesi ile yer bilimleri ile meşgul olan birinin de vahiy bilimlerine yüz çevirmesi arasında fark yoktur.

Bugün ucuz din eleştirilerini, Allah’ın ezelden beri tahkim edip yürürlüğe koyduğu sünnetullaha karşı seferber etme niyeti de ne bilimsel ne de ahlakidir. Allah’ı aradan çıkaran bir dile yatırım yapmak da akıl kârı değildir.

Bugün bu ikilemi gidermek için gökten gelen seslere kulak veren yer bilimcilerle, yerden gelen seslere kulak kabartan din bilginlerinin ortak bir zeminde buluşması şarttır. Tedbir diye haykıranlar ile takdir diye susanların derslerine birlikte çalışması artık bir zarurettir.

 

Depremden sonraki seçim sürecinde depremzedelerin sıcak siyasetin gündeminde olduğunu ve bu durumun maalesef can sıkıcı bir tonda depremzedelerin oy tercihleri üzerinden şekillendiğini gördük. Yine deprem gündemi henüz tazeliğini korurken televizyon ekranlarında yapıldığı veya yapılacağı ilan edilen yardımların bir tür şirket tanıtımına dönüşmesi de tartışma yaratmıştı. Hal böyle olunca, karşılıksız iyilik, toplumsal bir aradalık, verme adabı gibi konuları; bugün yaşadığımız siyasi kutuplaşma gerçeklerinden hareketle nasıl konumlandırmalıyız?

İlahı̂, manevi temellerden yoksun bir yardımlaşma anlayışı, insanı insanlığından utandıracak neticelere yol açabilir.

Aslında bu soru, diğer soruların cevabında ifade edilen pek çok hususun göz ardı edilmesiyle nasıl bir tabloyla karşı karşıya kaldığımızı ortaya koymaktadır.

İlahî, manevi temellerden yoksun bir yardımlaşma anlayışının, insanı insanlığından utandıracak bir netice ortaya koyduğuna şahit olduk. Aynı şekilde hayırseverlik ile sponsorluğun aynı manaya gelmediğini, reklam ve propaganda ile rıza-yı Bârî için hayır ve iyiliğin birbirinden ne kadar farklı olduğunu bütün yönleriyle görmüş olduk.

En güçlü toplumsal duyarlılıklar, sağlam temellere oturmadığında süreklilik arz etmez.

Ayrıca önceki sorularınızdan birinde ifade ettiğiniz devletin bütünüyle meseleye el koyması, bireylerin kendi bireysel vazifelerini de devlete ve kamu kurumlarına yükleyerek rehavete kapıldığını göstermektedir.

Oysa acizane kanaatim odur ki, her depremzede kardeşimiz evlerine taşındıktan sonra dahi yüreklerindeki acı devam edecektir. Maddi yardımların ötesinde manevi yardımlara ihtiyacı daha da artacaktır.

***

Tekrar Deprem bölgesinde yakınlarını kaybeden, acı ve ıstırap içinde kalan kardeşlerimize geçmiş olsun diyorum. ölenlere rahmet, kalanlara sıhhat ve afiyet diliyorum.

 

1

 

Dipnot[+]

0 Paylaşım