Photo by Taylor Brandon on Unsplash
Photo by Taylor Brandon on Unsplash

İsrail’in Kudüs Üzerinde Tarihsel Bir Hak Sahipliği İddiası Olabilir Mi?

0 Paylaşım
0
0
0

Dünya tarihinin hiçbir döneminde, insanlığın Kudüs kadar sahiplendiği başka bir şehir olmamıştır. Mekke, Medine, Vatikan yahut ruhanî atmosferi ile büyüleyen şehirlerden hatırınıza gelen herhangi başka birisi, kendisine kutsiyet atfeden insanların sayısı ve çeşitliliği bakımından Kudüs’le mukayese edilebilecek bir noktada değildir. 

Yahudiler için kendilerine vaat edildiğini iddia ettikleri toprakların merkezini oluşturan Kudüs’ten daha değerli hiçbir yer yoktur. Tevrat’ın tam olarak uygulanabilmesi dahi, Kudüs’te hakimiyet kurmakla doğrudan bağlantılıdır. Hristiyan inanışının kaynağını ve ebedî merkezini oluşturan bu şehir, Mesih’in geri dönüşüne ev sahipliği yapacağı için umutlu bir bekleyişin de nesnesidir. Evliya Çelebi’nin deyişiyle “Hıristiyanların, Hazret-i İsa bu Kudüs-i Şerif’te anadan doğalı bütün savaşları, cenkleri ve çarpışmaları bu Kudüs-i Şerif içindir”.1 Kudüs, Müslümanların da ilk kıblesi ve ikinci mescidini barındırmaktadır. Kur’an-ı Kerim’de “çevresini mübarek kıldığımız” ifadesiyle zikredilen Mescid-i Aksa’nın bulunduğu bölge, aynı zamanda İslam peygamberinin miraca yükseldiği yerdir.

Kudüs’ün ilahi ehemmiyetini vurgulamak için daha binlerce cümle yazılabilir. Tarihsel pratiğin dili de binlerce yıldır Kudüs’e hükmetme gayesiyle tetiklenen nice savaşları beyan edecektir. Ancak bilhassa 19. yüzyıldan itibaren, Filistin bölgesi üzerinde Yahudilerin tarihsel hak sahipliğini ortaya koymak için akademik, sosyal, askerî ve diplomatik alanda agresif mücadele yürüten bir ideoloji ön plana çıkmaktadır: Siyonizm. Peki; Siyonizmin, Kudüs topraklarında Yahudilerin tarihî anlamda hak sahibi olduklarını öne süren iddiasının haklılık payı gerçekten var mıdır? Bu soruya cevap verebilmek için kısaca bölgenin siyasi tarihini hatırlamamız icap eder.

Filistin, dünyada medeniyetin izlerine rastlanan toprak parçalarının en eskilerinden birisidir. Kudüs şehrinin adının ilk olarak, M.Ö. 19. ve 18. yüzyıllara ait Mısır metinlerinde geçtiği bilinmektedir. (IDB, II, 843; EJd., IX, 1379)2 Bazı tarih kaynaklarına göre Ken’anî Arapların en eski kabilesi kabul edilen Yebûsiler, M.Ö. 3000 yıllarında bu şehri kurarak Yebus adını vermişlerdir.3Arif el-arif, El –mufassal fi Tarih-il Kuds, El-müessesetül Arabiyye li-dirasat ve en-neşr, Beyrut, 2005, s. 37. Fırat ve Nil boyunda kurulan imparatorlukların yüzyıllarca süren rekabetlerine sahne olan Kudüs, M.Ö. 2. bin yılın ortalarından itibaren Mısır firavunları hâkimiyetine girmiştir. 

Yahudilerin Filistin’e yerleşmesi ilk defa Hz. İbrahim zamanında, bir devlet çatısı altında Kudüs’te hüküm sürmeleri ise ilk defa Hz. Davud zamanında olmuştur. Bu dönemde kurulan İsrail Krallığı, Filistin bölgesinde tarih boyunca Yahudiler tarafından inşa edilen yegâne siyasî iktidardır. Yahudilerin altın çağı olarak adlandırılan Hz. Davud hükümranlığında dahi, bölgenin çok sınırlı bir kısmına ancak hakimiyet kurulabildiğini savunan tarihçiler de bulunmaktadır.4 Hz. Süleyman’ın vefatı sonrası ikiye bölünen krallıktan geriye kalan Yehuda Krallığı ise, M.Ö. 587’de Nebukadnezar’ın şehri ele geçirip yakıp yıkması ve Yahudileri Babil’e sürgün etmesine kadar ayakta kalmıştır.5

Bu hadiseden sonra Kudüs sırasıyla Babillilerin, Perslerin, Büyük İskender’in, Ptolemaiosların ve Suriye’deki Selevkosların eline geçmiştir.6 M.S. 63 yılında Kudüs’te sahneye Roma İmparatorluğu çıkmıştır. İmparatorluğun ilk yıllarında Yahudiler’in başlattığı bir isyan mukabilinde şehir, tarihindeki en büyük ikinci yıkımı yaşamıştır.  Yahudilerin çoğu öldürülmüş, kalanlar da sürülmüş olduğundan bu dönemin Yahudilere Kudüs’te stabil ve müreffeh bir varlık alanı açtığından bahsetmek mümkün değildir. 

İslam fetihleri başladığında Kudüs civarı Bizans yönetimindedir.7 638 senesinde Kudüs’ün anahtarı Hz. Ömer tarafından sulh yoluyla teslim alınmış ve böylece ilk kıble, ikinci mescit ve üçüncü harem İslam topraklarına katılmıştır. Sonrasında sırasıyla Emeviler, Abbasiler, Tolunoğulları, Ihşidîler ve Fatımîlerin hüküm sürdüğü Kudüs’te; Fatımî dönemi hariç gayrimüslim unsurların dinî serbesti içinde yaşadığı ve şehrin dinî, ilmî, turistik ve ticarî bir merkez haline geldiği kaydedilmiştir. 10. yüzyıldan itibaren İslam aleminde siyasi istikrarın bozulmasının, dini çekişmelerin, (Sünni, Batıni ve Şii) ve hilafet kavgalarının (Abbasi-Fatımî) bedeli ağır olmuş ve 1099 tarihinde Kudüs’ü ele geçiren Haçlı ordusu, Latin Krallığını kurarak Kudüs’te dört asrı aşan İslam hâkimiyetini sona erdirmiştir. Haçlı ordusunun şehirde korkunç bir katliama imza attığını belirtelim. Şehirdeki bütün Müslümanları ve Yahudileri öldürdükleri, Müslüman eser ve yapılarını da yağmaladıkları ve tahrip ettikleri bilinmektedir.8

 Ancak Haçlıların 12. yüzyılda İslam coğrafyasında ele geçirdikleri diğer şehirler gibi Kudüs’ü de elde tutmaları kolay olmayacaktı. 88 yıl sonra; Hıttin zaferinin ardından, 1187’de Selahaddin Eyyubî Kudüs’ü teslim alacak ve bunu yaparken Kudüs tarihinde yaşanan tüm katliam ve yağma âmillerine medeniyet dersi verecek bir tutum sergileyecek, sivillerin canına dokunulmasını ve her türlü yapının tahrip edilmesini yasaklayacaktı.9 Kudüs, bundan sonra 1260 yılında Eyyubilerin yıkılmasına kadar Memlükler ile Eyyubiler arasında birkaç defa el değiştirmiş; 1260 yılındaki Ayn-ı Calut Savaşı sonrasında tamamıyla Memlükler hâkimiyetine girmiştir. Tarihler 1517’yi gösterdiğinde, Ridaniye Savaşı ile Memlük Sultanlığı’nı fiilen sona erdiren Yavuz Sultan Selim; artık Mısır, Hicaz ve Kudüs’ün de dâhil olduğu Suriye topraklarının tek hâkimi idi.10 Böylece Kudüs topraklarında dört asır sürecek Osmanlı hâkimiyeti başlamış ve Kudüs, istikrar, refah ve güven ortamına kavuşmuştur. 

Ancak 19. yüzyıla gelindiğinde, Kudüs’ün artık Osmanlı İmparatorluğu’nun bir taşra kenti olmakla sınırlı karakterinden giderek sıyrıldığını görürüz. Merkezi idarenin otorite zayıflığının bedeli olarak Kudüs’ün yönetiminin de geçici bir süreyle Mısır valisi Mehmet Âli Paşa’nın idaresine geçtiği bu süreç, kentteki Yahudi nüfusun gözle görülür şekilde artmasına, Avrupalıların Kudüs’te siyasi, dini ve kültürel nüfuzlarını ve misyoner teşkilatların faaliyetlerini artırmasına sebep oldu.11Detaylı bilgi için bkz: Salih al-Shora, Osmanlı Yönetiminde Arap Coğrafyası: İdarî, Siyasî ve Sosyal Yapı, Ensar Neşriyat, İstanbul, 2016, s. 46, Amer Abu Jableh, Osmanlı Döneminde Kudüs’teki Yahudilerle İlişkiler: Kudüs Vesikası Örneği, Osmanlı Yönetiminde Arap Coğrafyası: İdarî, Siyasî ve Sosyal Yapı, Ensar Neşriyat, İstanbul, 2016, s. 73. Önceki yıllarda dini sebeplerle ve bireysel olarak gerçekleşen az sayıdaki Yahudi göçleri de, 1840’tan itibaren kayıt dışı olarak organize bir hal almaya ve 1880’den itibaren ciddi artış göstermeye başlamıştır.12Osmanlı Devleti topraklarına yapılan kayıt dışı Yahudi göçlerinin 1840’tan sonra başladığı mutlaktır. Osmanlı kayıtlarına göre tespit edilen ilk göç 1297 (1879) tarihlidir. (BOA, İrade-i Meclis-i Mahsusa 66: 3114) Gelişmeler karşısında Osmanlı devleti bazı önlemler almaya mecbur kalsa da, bu önlemlerin meyvesini verdiğini söylemek güçtür.

Tarihler Birinci Dünya Savaşı’nı işaret ettiğinde, Balfour Deklarasyonu sonrası Filistin toprakları İngiltere tarafından işgal edilmiş, Osmanlı yönetimi bölgeyi terk etmeye mecbur bırakılmış, İngiltere eliyle Filistin’deki Yahudi iskanı dramatik şekilde artmıştı. Bu süreçten günümüze kadar yaşananlar, bilhassa ‘Filistinliler topraklarını sattı mı?’ ve ‘Araplar Osmanlı Devleti’ne gerçekten ihanet etti mi?’ gibi kamuoyunun gündemini ziyadesiyle meşgul eden sorularla birlikte başka bir yazının konusu olabilir. 1948’de İngiltere manda rejimine son vererek bölgeden ayrılmaya karar verdikten hemen sonra İsrail’in kuruluşu ilan edildi. Böylece İsrail, meşruiyeti tartışmalı olmakla beraber, üç bin yıl sonra ilk defa, Filistin topraklarında siyasi iktidar tesis etmeye muktedir oldu.

Peki siyonizmin, İsrail’in Filistin topraklarında hak sahibi olduğuna ilişkin iddiası doğru mu?

Bölgenin tarihî serüvenine baktığımızda şunu bir hakikat olarak kabul etmek gerekir: Yahudiler binlerce yıldır bölgenin unsurlarından birisi olarak varlık göstermişlerdir. Toplamı asırları aşan periyotlar boyunca bu topraklarda baskın unsur olarak var oldukları da kabul edilmelidir. Ancak yaklaşık 3000 yıldır Yahudilerin bu topraklarda siyasî hakimiyet kuramadığı izahtan varestedir. Bu sürece bütüncül bir nazarla bakıldığında, Yahudilerin bölgede en uzun süre baskın unsur olarak varlık göstermiş grubu teşkil etmedikleri de, -ki bu grup Müslümanlardır- açıktır. Kudüs’e, 20. yüzyılın başına kadar geçen 12 yüzyıllık süreçte, 88 yıllık Latin Krallığı dönemi hariç Müslüman devletler egemen olmuşlardır. Ondan önceki 5 asrı aşan süreçte de bu egemenlik Roma İmparatorluğu’nun uhdesinde idi. Kudüs’e son 2000 yıllık süreçte uzun periyotlarla hükmetmiş bu iki küresel gücün halefleri, halihazırda Kudüs’teki tarihsel haklarına binaen egemenlik iddiasında bulunmamaktadır. Hal böyle iken siyonist ideolojinin egemenlik iddiasını meşrulaştırmak için tarihsel arka plana dayanamayacağı görülmektedir. Nitekim, siyonizmin kurucusu kabul edilen Theodor Herzl döneminde bile bu iddianın kurumsallaşmamış olduğunu ifade etmek gerekir. Zira o zamanlar Yahudiler için vatan arayışında öne çıkan seçenekler bazı Afrika ve Kuzey Amerika bölgeleri olup Mozambik, Kongo, Uganda, Arjantin gibi ülkelerde bir Yahudi devleti kurulması için yoğun çaba gösterilmiş idi. Filistin’i Yahudilerin tarihî vatanı olarak gören bu düşüncenin, ancak birkaç dönem sonra ortaya çıktığını görüyoruz.13

Öte yandan “Pratikte bir devletin diğerinin topraklarını işgal etmesi için, ille de bunu tarihsel hak sahipliğine dayandırması mı gerekmektedir?” şeklinde bir soru sorulabilir. Nitekim dünya tarihinde nice devletler böyle bir gerekçelendirme zahmetine girmeden diğerlerinin topraklarını işgal etmişlerdir. Hepsinin bu toprakları iade etmesi mi gerekmektedir? Cevabımız hayır. 20. yüzyılın ilk yarısına kadar, devletler arası ilişkilerin güç esasına dayandığını, egemenlik hakkı kapsamında kuvvet kullanarak başkalarının toprağını elde etmenin meşru ve doğal kabul edildiğini söyleyebiliriz. Ancak Birinci Dünya Savaşı’nda yaşanan ağır kayıplar, ulus devletleri, milletlerarası ilişkileri güç değil hukuk esasına dayalı bir düzlemde ele almaya teşvik etmiştir. 1920’de Milletler Cemiyeti Misakı, devletlere uyuşmazlıkları savaş dışı yollarla çözümlemek için birçok yükümlülük ihdas etmiştir. Kuvvet kullanma yasağının özellikle BM anlaşması madde 2(4)’te somut bir norm olarak kendini gösterdiği söylenebilir. Mezkûr maddeye göre; “Teşkilatın üyeleri, milletlerarası münasebetlerinde gerek herhangi bir başka devletin toprak bütünlüğüne veya siyasi bağımsızlığına karşı, gerekse Birleşmiş Milletler’in amaçları ile telif edilemeyecek herhangi bir surette, tehdide veya kuvvet kullanılmasına başvurmaktan kaçınırlar.” denilmekte ve kuvvet kullanarak toprak işgali BM düzeyinde yasaklanmaktadır. İsrail’in Filistin topraklarında halen devam ettirdiği yerleşim siyaseti de uluslararası hukuka, özelde Cenevre Sözleşmesi ve Lahey Sözleşmesi’ne apaçık aykırılık teşkil etmektedir. Uluslararası Adalet Divanı ve Birleşmiş Milletler Genel Kurulu da bu aykırılığı mükerreren ilan ederek İsrail’i hukuk çerçevesine dönmeye davet etse de, İsrail yayılmacılığı engellenememiştir.14 Dolayısıyla İsrail’in işgal ve yerleşim siyaseti, yalnızca tarihsel değil, hukuksal argümanlarla da temellendirilmekten acizdir.

Geriye sadece dinî argümanlar kalmaktadır. Yahudilerin tanrı tarafından etnik kimlik bağlamında seçilmiş kavim oldukları ve yeryüzünün belirli bir bölgesinin kayıtsız şartsız onlara vaat edilmiş olduğu düşüncesi tahrif edilmiş Tanah’ta (Ahd-i Atîk) ve Talmud’da yer alan iddialardan ibarettir. Kur’an-ı Kerim’de de bu kavmin üstün kılınmış olduğu zikredilmiş olsa da bu üstünlük Allah ile olan ahidleşmelerine sadık kalmalarına bağlanmıştır. Bu vazifelerini ısrarla ihlal eden Yahudilerin arz-ı mevud üzerinde hak sahipliği kalmadığı belirtilmiştir.15 Sonuç olarak ne tarihî ne hukukî ne de dinî olarak siyonist ideolojinin, kendisinden başkasını bağlayacak bir hak sahipliği argümanı bulunduğu söylenebilmektedir.

KAYNAKÇA

Abû Munshar, Maher. 2017. “Hıristiyan Tarihçilerin Gözünden Haçlı Vahşeti”. Derin Tarih (özel sayı:10).

Abu Jableh, Amer. 2016. Osmanlı Döneminde Kudüs’teki Yahudilerle İlişkiler: Kudüs Vesikası Örneği. Osmanlı Yönetiminde Arap Coğrafyası: İdarî, Siyasî ve Sosyal Yapı. İstanbul: Ensar Neşriyat.

al-Shora, Salih. 2016. Osmanlı Yönetiminde Arap Coğrafyası: İdarî, Siyasî ve Sosyal Yapı. İstanbul: Ensar Neşriyat.

Başbakanlık Osmanlı Arşivi, İrade-i Meclis-i Mahsusa, 66: 3114.

Besalel, Yusuf. 2003. Yahudi Tarihi, İstanbul: Gözlem Gazetecilik Basın ve Yayın.

Demirkent, Işın. 2002. Ankara: DİA.

el-arif, Arif. 2005. El –mufassal fi Tarih-il Kuds. Beyrut: El-müessesetül Arabiyye li-dirasat ve en-neşr.

el-Karadavi, Yusuf. 2009. Her Müslümanın Ortak Davası Kudüs. İstanbul: Nida Yayıncılık.

Garaudy, Roger. 2014. İlâhi Mesajlar Toprağı Filistin, çev., Cemal Aydın, İstanbul: Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları.

Goldhill, Simon. 2011. Kudüs Tapınağı, İstanbul: Doruk Yayımcılık.

Harman, Ömer Faruk. 2002. “Kudüs”. DİA. C. XXVI. Ankara: TDV Yayınları.

İbnü’l-Esir. 1987. El-Kamil Fi’t-Tarih. çev. Abdülkerim Özaydın. İstanbul: Bahar Yayınları.

Kahraman, Seyit Ali. 2011. Evliya Çelebi Seyahatnamesi. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.

Kudüs Sicilleri, no:3, s. 78-79, t.h. 21 Şevval 939 (m. 16/5/1533).

Lewis, Bernard. 1979. Tarihte Araplar, çev. Hakkı Dursun Yıldız, İstanbul: İÜ Edebiyat Fakültesi Yayınları.

Maalouf, Amin. 2012. Arapların Gözünden Haçlı Seferleri, Yapı Kredi Yayınları, çev. Ali Berktay.

Osman, Ahmed. Tarih’ul-Yehud, cilt 1.

Runciman, Steven. 1986. Haçlı Seferleri Tarihi. çev. Fikret Işıltan. Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi.

Sedda, Abdallatif. 2020. Uluslararası Hukuka Göre Filistin’deki İsrail Yerleşimi, Yayımlanmamış Doktora Tezi.

Uzunçarşılı, İsmail Hakkı. 1988. Osmanlı Tarihi. Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi.

Dipnot[+]

0 Paylaşım