Credit: fikretozk

Depremde Kimi Kurtarırız?

0 Paylaşım
0
0
0

Doğal afet sadece felaketin düştüğü hanelerin sınandığı bir imtihan mıdır? İlk bakışta öyle gibi görünür. Yerin altı üstüne geldiğinde düzenin yerini kaos, kayıp ve yas alır. İnşa için getirilen taşların yeniden nasıl dizildiği imtihana verilen karşılığı belirler. Gelenek imtihanı geçebilmek için başa gelene sabır ile direnmeyi işaret eder. Öfke ve üzüntünün yerini tevekküle bıraktırır. Ancak felaketin mefulu kadar, onun kıyısında köşesinde kalanlar da bu sınavdan mükelleftirler. Depremin mağdurlarından daha büyük bir imtihan bekler onları. Mükellefiyet imtihanı.

Şubat ayı depremlerinde bu imtihanı verenlerden biri de arama kurtarma çalışanlarıydı. Profesyonel çalışanların yanında çok sayıda gönüllü ekip de Türkiye’nin dört bir yanından deprem bölgesine gitti. İlk haftalardaki aciliyet duygusu beraberinde büyük bir yardım seferberliği de getirdi. Toplumsal kriz zamanlarında birliktelik duygusunun güçlenmesi ve kişiyi aksiyon almaya teşvik eden sosyal baskıların artması bunun için bir etken olarak görülebilir. Ancak bütün bu gönüllülük faaliyetinin temelinde çok daha sürekli bir davranış kodu yatıyordu. Bir belgesel projesi için arama kurtarma çalışanlarının sahadaki tecrübeleri dinlemek için oturduğumda depremin çok öncesinde başlayan bir alışkanlık haliyle karşılaştım. Yardımla olan ilişkileri sadece ihtiyaç halinde ortaya çıkan bir şey değildi. Çevreleriyle ve kendileriyle olan ilişkilerinin bir dışa vurumuydu. Kimisi sosyal yardım faaliyetlerinde, kimisi ise hayvan kurtarma çalışmalarında aktif görev almışlardı. Arama kurtarma halihazırda sürdürmekte oldukları bir çabanın devamıydı onlar için ve bu çaba mükellef olma ile başlıyordu.

 

Mükellefiyet 

Bu doğal felaket bize toplumun çok uzun zamandır unuttuğu bir sorunun önemini yeniden hatırlattı. ‘Ne yapmalı?’ sorusunu. Soran kişiyi ‘mesul’ hale getiren bu soru girişilen her işin, tanık olunan her olayın gölgesinde kendini gösteriyor. Şubat ayı depremlerinde binlerce kişinin yuvası başlarına yıkıldığında pek çok insanın zihninde bu soru gezindi. Sahaya ‘bir taşı kaldırmak’ için koşan pek çok grup oldu. Doktorlar, aşçılar, psikologlar, gönüllüler… Herkes kendi kabiliyetince iş başında olmak istedi. Tüm bu mücadelenin içinde ilk günlerin sorumluluğunu üstlenen hayati bir topluluk vardı: Arama kurtarma çalışanları.

Arama kurtarma çalışanı olarak kriz bölgesinde bulunmak başka türden bir mesuliyeti beraberinde getirdi; bilirkişi olma mesuliyeti. Onların sahip olduğu teknik, yaşamsal olanı kurtarmak için elzemdi. Profesyonel çalışanlar dışında pek çok kişi sahada gönüllü olarak görev yaptı. Onları bilirkişi haline getiren şey ‘ne yapmalı?’ sorusunun önceden sorulmuş olmasıydı. Konuştuğum pekçok gönüllü önceden de sosyal yardım faaliyetlerinde görev almış, etrafındaki kişileri ortak bir payede bir araya getirmiş veya doğa ile bağı kuvvetli olan insanlardan oluşuyordu. Sadece kriz anında değil, nizam zamanında da mükellefiyet duygusu ile yaşıyorlardı. İnsani yardıma giriş öyküleri bir probleme dert duyma ile başlıyordu. Küçük bir yardım faaliyetiyle çevre sindekileri organize ediyor, daha çok insanın destek vermesini sağlıyor ve zamanla farklı derneklerle işbirliği içine giriyorlardı. Bu tecrübe onları Elazığ depremine, İzmir Depremine, Kastamonu seline, Rize yangınlarına götürüyordu.

“Daha önce Elazığ depremi, İzmir depremi, Kastamonu sel felaketi, Rize’de yangın bölgelerinde bulundum. Yani yaklaşık dört yıldır Türkiye’de olan bütün afetlerde bulundum diyebilirim.” K.C.

“Elazığ depremindeyken ben insani yardımdaydım. Arama kurtarma eğitimim yoktu. Elazığ depreminden sonra arama kurtarma eğitimi almam gerektiğini, çünkü orada bir kişinin bile çok önemli olacağını gördüm.”  A.A.

İhtiyaç anı geldiğinde mükellef hissedebilmek için bir hazırlık sürecinin ihtiyacı hissediliyor bu satırlarda. Sorumluluğun onu yükleneni, çevresini ve geniş düzlemde toplumu dönüştüren doğasını gösteriyor. Ancak 6 Şubat’ta bölgede sadece tecrübenin getirdiği bir mükellefiyet duygusu yoktu. Ben ne yapabilirim diye soran her bir kişi yükü taşımanın, ve yükü taşıyarak şahsiyet kazanmanın imkanına eriştiler. Çevrelerinde gelişen olaylara, tesirlere karşı sorumluluk alarak onları karşılama yetisi gösterdiler. Ve her bu karşılamada kişinin ‘kendilik’ algısı da değişti ve dönüştü. Yapabileceklerinin sınırlarına dair farkındalığı arttı.

Photo by moein rezaalizade on Unsplash
Görev ve Duygu Terazisi

Mükellefiyet ikili bir doğa ile karşımıza çıkar. Görev bilincini diri tutan sorumluluk duygusu ve eyleme asli değerini veren muhabbet. Sosyal yardım faaliyetlerinde de üstlenilen sorumluluğu işler kılan şey sorumluluktan ziyade sevgidir. Bir işi nasıl eyleyeceği üzerine düşünmek, onu sevmek koşuluyla mümkündür. Eylem ve niyeti birbirine bağlayan sevgi bağının önemi deprem sonrasında yeniden kendini gösterdi. Koşulan işi kolay, üstlenilen yükü hafif hale getirdi. Arama kurtarma çalışanlarının belki de en büyük sınavlarından biri de kalbi hassasiyet gerektiren bir vazifeye sahip olmaktı. Deprem bölgesine girdikleri anda dışarıdan gelen herkes gibi büyük bir yas ve hüzün dalgası ile karşılaştılar. Bir olağanüstü hal içine girdiler. Duyguların sınırlarının zorlandığı bir alanda, kendi duygularını düzenlemek zorunda kaldılar.

O enkazlarda neler yaşadığımız, kimlerin elini tuttuğumuz, kimleri kurtardığımız, kimleri kurtaramadığımız bizimle ömrümüzün sonuna kadar kalacak herhalde içimizde.” A. A. 

Arama kurtarma çalışanları yaşadıkları travmatik tecrübe halinde kendi ruhsal sağlıklarını koruyabilmek zorundaydılar. Kurtarma görevi fiziksel becerinin yanında güçlü bir zihinsel sağlamlık da istiyordu. Sahayı ilk gördüklerinde şoku atlatmak, canlı ve cansızları belirlemek, etkili çalışabilmek için enkazlar arasında seçim yapmak zorunda kaldılar. Bütün ailesini kaybetmiş bir depremzedeyi enkazdan çıkarmak, yeri geldiğinde onu teselli etmek ve kendi duygularını ertelemek durumunda kaldılar.

“Herkes aynı yapıya sahip değil. Fiziki güç kadar işte ruh sağlığı, işte akıl sağlığı. Çünkü kimisi çok duygusal kimininse eli ayağı titriyor.” A.A.

Arama kurtarma çalışanlarına görevlerini nasıl duygusal olarak tükenmeden yaptıklarını sorduğumda yardım etme önceliğinin bireysel duygusallığı bastırdığı yanıtını aldım. Görev önceliği ve aciliyet hissi, özdeşleşme sağlayan bir empatiyi engelliyordu. Arama kurtarmacılar bu anlamda depremzedelerin beklentileri ile ilk elden mücadele ettiler. Bir yandan enkaz altında saatlerce depremzedelere ulaşmaya çalışırken, öte yanda onların çalışmasına bel bağlamış yakınlarını teselli etmek durumunda kaldılar. 

Terk edip gidemiyorsun, yani ertesi gün oraya gitmeyelim diyemiyorsun. Onlar çünkü senden sabah yine senin gelmeni bekliyorlar.” A.S. 

Arama saatler boyunca sürüyordu. Bir canlıyı kurtarmak bazen yarım saat bazen ise altmış saat alıyordu. Canlı bir kişiye ulaştıklarında infial yaratmamak için sessiz kalıyor, aynı zamanda bölge halkının da grup psikolojisini göz önünde bulundurmak durumunda kalıyorlardı.

“Dinlendiğin sırada bile diyorsun ki ‘Acaba dinlenmek yerine birine bir fayda sağlayabilir miyim?’ ” B.M.

Şubat depremlerinde en çok ‘ihtiyaç duyulan’ grup arama kurtarma çalışanlarıydı. Ancak depremzedeler ve yardım eden gruplar arasında tek yönlü bir ilişki yoktu.

 

Kurtaran ve Kurtarılanlar

Eyleyen kişi aynı zamanda eylediği iş tarafından da belirlenir. Tıpkı özne ve nesne arasındaki karşılıklı bir doğa gibi, eylemde olan kişi de işi tarafından işlenir. Örneğin bir öğretmen öğrencileri vesilesiyle öğretme halini deneyimleyerek ‘öğreten’ olur. Özne ve nesne arasındaki bu karşılıklı ilişki, insan ilişkilerinde de kendini gösterir. Deprem bize yardım eden/edilen; kurtaran/kurtarılan diyalektiğinin geçersizliğini gösterdi. Arama kurtarma çalışanlarının enkaz altındakilere ulaştıklarındaki tasviri sadece depremzedeleri kurtarmadıklarını, aynı zamanda kendilerine dair yeni bir farkındalık kazandıklarını da doğruluyor. 

“Yani oradaki bağı anlatamam herhalde. Hani bir yakın dostunuza, yıllardır görüştüğünüz dostunuzla nasıl konuşuyorsanız o an oradan çıkaracağımız insan kim olursa olsun [onunla] aynı bağı kurabiliyorsunuz.” K.C.

Kriz anları daha önce görmezden gelinen potansiyellere kapı aralar. Sıradan koşullarda alınmayan yükümlülükleri, özel dostlukları mümkün kılar. Konuştuğum arama kurtarma çalışanlarının da kurtardıkları kişilerle olan ilişkileri bu potansiyeli gözler önüne seriyor. Yüz felci olduğunu bile fark etmeyen, kendi cenazesi olduğu halde bir başka cenaze için enkaz başında çalışanlar ve daha niceleri…Arama kurtarmacılar enkaz altında hem ekip olarak birbirleriyle hem de depremzedelerle özel bir dostluk geliştirdiler. Zamana tabii ve rastlantısal olanın aksine ‘muhabbet’ ile sarmalanmış özel bir bağa sahip oldular. 

“Sonra bundan yaklaşık iki hafta önce telefonum çaldı. Abla diye bir ses. Ondan sonra ben senin sesini ömrüm boyunca unutamam diyor.” A.A.

Bu muhabbetin oluşması ben’in bir kenara çekilmesi ile mümkündü. Yükümlülük, ‘sadece’ öteki için olan eylemde hissediliyordu. Ancak belki de etkisi yardım edilenden çok, yardım edenin ehlileşmesiyle kendini gösteriyordu. Yükümlülük; fedakarlık yapma, risk alma, cesur olma veya lider olma gibi öğretilmiş olan ahlaki erdemlerin uygulanmasına imkan sağlıyordu. Böylelikle kişiyi değiştiriyor ve manevi anlamda yükseltiyordu.

Arama kurtarmacılar mükellefiyet sorusunu hakkıyla sorabilmişlerdi. Ancak bu yaşanan felaket ‘ne yapmalı’ sorusunun sinelerden söküldüğü bir toplumsal düzene geldi. İmar ve inşa etmek için gereken sorumluluk duygusunun ne kadar azaldığı anlaşıldı. Bir ilde imar edilen binaların yüzde kırklara varan oranlarda yıkılmış olması bu gerçeği doğruluyor. Ancak yine de ‘ne yapmalı’ sorusu her zaman geçerliliğini koruyor. Bir binanın temelleri atıldığında mimara, müteahhite ve denetçiye yöneltiyor kendini. Onları mesul kılıyor. Sonra bu soruyla canlanan sorumluluk duygusu, sistemsel çıkmazlar, toplumsal önyargılarla bertaraf ediliyor. Ancak mükellefiyet sistemsel olanın karşısında ferdi dikliğini koruyabilen, ben neden buradayım kaygısını taşıyanlar için geçerli kalıyor.

 

 

0 Paylaşım